Uzaktaki çevre köylerin dağlarında yakılan ateşleri görebiliyordum.

Zifiri karanlığın içinden yükselen bu alevler de neyin nesiydi?

Büyüklerimin söylediklerine göre bu ateşler, anarşistlerin yaktığı ateşlermiş.

Anarşistler dedikleri nedir ki?

Nasıl yaratıklardır acaba?

Yakılan ateşlere korku ve telaşla bakan köylülerin durumuna bakılırsa , anarşist denilen bu şeyler her neyse , kötü ve korkulup sakınılması gereken yaratıklar olmalılar.

Çocuk aklımla olan biteni anlamaya , anlamlandırmaya çalışıyordum.

Bazen bu harlı ateşlere silah sesleri eşlik ediyordu.

Silah sesleriyle birlikte köylülerin yüzündeki korku ve endişe iyice kendini gösterirdi.

O zaman işin ciddiyetini kavrar gibi olurdum.

CIA nın gayrı meşru çocuklarının değişiyle ; şartların ve ortamın iyice olgunlaşmasının beklendiği yıllardı.

12 Eylül askeri darbesinin öncesinde yurdun her yerinde olduğu gibi bizim köyde de tıpkı dağlarda yakılan anarşi ateşi gibi , köyde yaşayanlar arasındaki farklı fikir ve görüşlerin ateşi gizli bir el tarafından harlanıyor ve o ateş sürekli canlı tutuluyordu.

Kent merkezlerinde marjinal solun hamlelerini karşılayıp, durumu dengelemeye çalışan ve bu uğurda nice bedeller ödeyen , sağın milliyetçi inançlı ülkücü neferleri vardı.

Ama taşra ve köylerde durum farklıydı.

Köyümüzde sayıları az da olsa hatırı sayılır entelektüel görünümlü bir grup genç vardı.

Köydeki bu marjinal sol genç grup, köyde görev yapan militarist ilkokul öğretmenleri tarafından hemen fark edilmişti.

Militarist öğretmenler bu genç grubu düzenli olarak sol yayınlarla (gazete, dergi ,kitap) besler, ara ara toplantılarla fikri olarak beyinlerini amaçları doğrultusunda yıkarlardı.

Azınlıkta olsalar da kontrol genelde onlarda olurdu.

Meydanı boş bulan bu sol marjinal grup , o kadar palazlandı ki , onları tenkit eden cami imamını bile dövmüşlerdi.

Duvarlarda partizan sloganları , biz çocukların bile dillerine pelesenk olmuş dev sol marşları, kaos, çatışmalar, kavgalar almış başını gidiyordu. Aynı silahla , sabah sağdan, akşama da soldan birini vuruyorlardı.

Kayıplar, faili meçhuller, cinayetler, grevler, protesto yürüyüşüleri...

Koyu kıvamlı kurşuni büyük bir kaotik ortam ..

.Ve beklenen o an gelip çatmıştı.

“Netekim “ sözde bir kurtarıcı ortaya çıkmıştı. Sahne sırası ondaydı.

Efendilerinin talimatlarını bir bir uygulamaya koydu. Kana susamış cuntacı ekibiyle yönetime el koydu. Bir sağdan , bir soldan astığını astı, kestiğini kesti. Ortalık bir anda sütliman olmuştu.

Tıpkı bir film sahnesi gibi “ kestik “ denildi ve her şey kesildi.

Milli irade bir kez daha tırpanlanmıştı.

Tıpkı kısa bir zaman önce , 27 Mayıs 1960 darbesinde olduğu gibi. 27 Mayıs’ın daha acıları dinmemiş , yaraları kapanmamıştı.

“ Bizim çocuklar başardı.” diyen ecnebi babalarını memnun etmek içindi bütün bu kan ve gözyaşı.

Köyümüze elektrik 1980 de gelmişti.

Elektrikle birlikte köyde siyah beyaz televizyonlar yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamıştı.

Rahmetli babam da bir tane almıştı.

Darbenin ilk zamanlarıydı. TV de sürekli Kenan Evren’in darbe ile ilgili konuşmaları yayınlanırdı.

Rahmetli babam , 27 Mayıs darbesini iliklerine kadar yaşamış biriydi.

Üstelik tam bir Menderes hayranıydı.

Menderes öncesi yokluk ve baskı günlerini , Menderes’le birlikte bolluk ve bereketle nasıl rahat bir nefes aldıklarını sürekli anlatırdı .

27 Mayıs sonrası tekrar Menderes öncesi yokluk ve baskıcı günlerinin geri geldiğini söylerdi.

Menderes ve arkadaşlarının idamı rahmetli babam için hiç kapanmayan bir yaraydı.

Darbelerin nelere mal olduğunu bilen ve yaşayan biriydi.

Üstelik bu darbelerin ve muhtıraların sonu henüz gelmiş değildi.

Rahmetli babam; iki büyük askeri darbe , 28 Şubat müdahalesini askeri vesayetin her fırsatta sivil yönetimi tehditlerini , oy verdiği milli ve sağ partilerin bir çoğunun Sudan sebepten kapatılmasına , yöneticilerinin sürgünlerine , tutuklanmalarına , hatta sebepsiz yere idamlarına şahit olmuştu.

Bu acı dolu yaşanmışlıklar yüzden üniformalı birinin hükümeti eleştirmesine asla tahammül edemezdi.

Sanırım rahmetlinin her koşulda dik durup milli ve manevi olandan yana olma hassasiyeti ondan biz çocuklarına geçmişti.

12 Eylül darbesinden belki bir yetişkin gibi etkilenmedim ama bir çocuk olarak zihnimde bir çok hatırası yer edinmiştir

Darbe sonrası ara ara köye gelen askerlerin köyün bütün yetişkin erkekleri okula toplayıp onlara bağırıp çağırdığını, köyün bütün evlerinde silah aramalarını yaptıklarını hatırlıyorum.

Normal bir jandarma erinin bile insanlar üzerinde bıraktığı korkuyu iyi hatırlıyorum.

27 Mayıs darbesiyle , cuntacıların amaçları doğrultusunda bir takım yeni darbeci zihniyetli kurum, kuruluş ve yasalar oluşturuldu.

Böylece istedikleri zaman aptalca gerekçelerle darbe yapabilme imkanı oluşturdular.

Sonrasında Türk siyasi tarihine kara bir leke olarak geçecek olan bütün askeri müdahalelerin temel dayanakları 27 Mayıs darbesi sonrasında oluşturulan bu keyfi yasalar ve darbeci kurumlardır.

Asıl darbe , 12 Eylül sonrasında olmuştu.

Darbeci cuntacılar, milli ve manevi olan bütün değerlere savaş açtılar.

Cuntacıların bu savaşta en büyük müttefikleri ; sol cenahın medya patronları , hukukçu postal yalayıcıları ve kendilerini her şeyin üstünde gören Kemalist beyaz Türklerdir.

Bu güruh, 12 Eylül darbesiyle dillere pelesenk ettikleri iki sihirli kelime ile istedikleri zaman filleri züccaciye dükkanına sokup ortalığı tuz buz ediyorlardı .
“LAİKLİK ve İRTİCA “ ...
Bu iki argümanla partiler, dernekler kapatıldı.

Milli olan ve ülkü sahibi binlerce insanın önü kesildi , hayatları söndürüldü.

Devletin bütün kurum ve kuruluşları , efendilerinin isteklerine göre yeniden dizayn edildi.

Milli ve manevi hassasiyetlere sahip kim varsa ordudan temizlendi.

Böylece askeri vesayet , Türk siyasetini belirleyen ve yönlendiren bir numaralı güç oldu. Bu vesayetten icazet alınmadan hiçbir icraat yapılamaz olunmuştu.

Laiklikle başlayıp irtica ile biten MGK ve YAŞ toplantıları , ülkenin en önemli gündem konusuydu.

Merhum Erbakan liderliğindeki 54. hükümet işbaşında olduğu dönemde 30 Ocak 1997'de Ankara Sincan’da hükümete gözdağı vermek üzere ilçede tanklar yürütüldü.

Ben o dönemde Sincan’da çalıştığım için , o gün o tankların geçişlerine tanıklık ettim.

Tank üstündeki o subayın kendi halkına karşı kin ve nefret dolu , o küstah bakışını hala hatırlıyorum.

Milletin ordusu, milletini koruması gerekirken ; o namlular ne acıdır ki tekrar kendi milletine çevrilmişti.

Tıpkı 27 Mayıs ve 12 Eylül’de olduğu gibi . 28 Şubat baskı ve kararlarıyla hükümet istifa ettirilmiş , askeri vesayetin kukla hükümeti işbaşına getirilmişti.

Tüm bu müdahalelerin , darbelerin tek bir anlamı vardı.

Cumhuriyet ve demokrasinin bu tarihe kadar ülkede hala gerçek manada uygulanmadığının en açık ifadesiydi.
28 Şubat kararları sonrasında halk ,laiklik ve irtica korku tünelinden tekrar geçirildi.

Filizlenen milli ve manevi bütün değerler tekrar budandı.

Yıl 2002 , Tekirdağ Çorlu’da askerim .

Adalet ve Kalkınma Partisi kuruluş çalışmasını tamamlamış, Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde ilk genel seçimlerine katılmak için gün sayıyordu .

Baskılardan, askeri vesayetlerden ,ekonomik krizlerden, yolsuzluklardan bıkan halk, Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’a büyük bir umut bağlamıştı.

Halkın bu yönelişini ordu içindeki hainler de fark etmiş olmalıydı.

Bir gece yarısı bizi yataklarımızdan apar topar kaldırıp , herkes gazinoda toplanilsın denilmişti.

Yarı uykulu halimizle olan biteni anlamaya çalışıyorduk .

Bütün taburu bu şekilde toplamışlardı.

İlk aklımıza gelen ; Yunanistan ile savaşa mı girdik acaba ? diye düşünmüştük.

Subaylardan biri : - Arkadaşlar ,çok önemli bir konu olduğu için sizleri acil topladık.

Merakımız giderek artıyordu.

Acaba ne olmuş olabilir ki ?

Bütün taburu gecenin bir yarısında uyandırıp topladıklarına göre kesin Yunan’la bir savaş durumu vardır.

Ne de olsa Trakya bölgesinde ilk askeri birliklerden biri de bizdik.

O yüzden hazırlık yapmamız isteniyordu.

Subay konuşmaya devam edince durumun hiç de düşündüğümüz gibi olmadığı ortaya çıkmıştı.

Siz de biliyorsunuz ki ülkemizde bir kaç ay sonra bir genel seçim yapılacak.

Bu genel seçime yeni kurulmuş Ak Parti de katılacak.

Bu parti ve Recep Tayyip Erdoğan, ülkemiz ve milletimiz için büyük bir tehlike arz etmektedir.

Herkes ailesini , eşini dostunu telefonla , mektupla bir şekilde uyarsın.

Bu partiye oy vermemelerini söylesin.

Sonra konuşmasını laiklik ve irtica ile soslayıp bitirmişti.

Üzüldüm , kahrolmuştum. İçim içime sığmıyordu.

Subayımız, Yunan’la değil hala kendi halkıyla savaşta olduğunu söylüyordu.

Demek ki ordu içindeki cuntacı hainler rahat durmayacaklardı.

Ak parti girdiği ilk seçimde büyük bir zaferle , cuntacı hainleri ve yoldaşlarını kahretmişti.

Onlar da bu seçim hezimetinin intikamını almak için türlü yollara başvurdular .

Ak partiye kapatma davaları, Recep Tayyip Erdoğan’a hapis , siyasi yasaklar, baskılar... bir biri ardına geldi.

Buna rağmen Türkiye içte ve dışta büyümeye , itibar kazanmaya devam ediyordu.

Türkiye bir şekilde durdurulmalıydı .

Bunun için ruhunu şeytana satmış , iradesini batılı efendilerine teslim etmiş , bir dolarlık alçaklar devreye sokulmuştu.

15 Temmuz 2016 akşamı iş dönüşü yolda karşılaştığım bir takım gariplikler dikkatimi çekmiş fakat pek önemsememiştim.

 Ta ki Etimesgut zırhlı birlikler kavşağına gelene kadar.

Yol zırhlı birliğin önünden geçtiği için birliğin önünde garip bir hareketlilik vardı .

haberleri izlerken bir grup silahlı askerin İstanbul’da Boğaz Köprüsü'nü trafiğe kapattığını duyunca içime kötü bir his gelmiş inşallah darbe girişimi değildir diye dua etmiştim.

Bir kaç dakika sonra ne yazık ki korkularımı haklı çıkaracak haberler peş peşe gelmeye başlamıştı.

Bu bir darbe girişimiydi .

Ortam iyice hareketlenmeye başlamıştı.

Ankara , semaları alçak uçuş yapan savaş uçakları ve helikopterin sesleriyle inliyordu.

Bu seslere uçaktan atılan bombalar da eklenince içimdeki çaresizlik ve hüzün büyüyordu.

TRT'den cuntacıların yönetime el koyduklarına dair bildirgeyi izleyince kahrımdan gözyaşlarıma hakim olamıyordum. Cumhurbaşkanımızı ne yaptılar acaba?

İnfaz mı ettiler yoksa merhum Menderes gibi bir akıbete mi uğratacaklar?

Bu üzüntü çaresizlikle düşünürken ilerleyen saatlerde , tv de Reis'in milleti meydanlara çağrı haberi çıkınca evden koşar adım Sincan meydanına gittim.

Yollar, caddeler , sokaklar insan kaynıyordu.

Anneler , babalar evlatlarını hatta küçük çocuklarını bile yanlarına almış Reis'in çağrısı ile meydanlara koşmuşlardı.

O insanları topyekün direnişe belki de ölüme koşarken görünce içimde büyük bir umut ışığışığı belirmişti.

Tarih tekerrür ediyordu.

Yıllar öncesinde yine Ankara Sincan’da , 30 Ocak 1997' de bulunduğum o günde de hainler tankları yürütmüşlerdi.

O gece Sincan’ın o caddesinden geçerken, o günü hüzünle anımsadım.

Demek ki ülkemde pek fazla bir şey değişmemişti.

Ordu içinde hala milletine namluyu doğrultmakta çekinmeyen darbeciler vardı.

1997'deki tank geçişini çaresizlik içinde sadece izlemekle yetinmiştik.

Ama bu gece meydanları dolduran mahşeri bir kalabalık vardi.Sincan'dan trenle Ankara merkeze gidilecek, orda darbecilere karşı konulacaktı.

İlk trene tıklım tıklım doluştuk.

Tren Ankara garına varıncaya kadar bir kaç yerde askeri bölgenin içinden geçeceği için bütün ışıklar kapalı ve dikkatli geçiliyordu.

Ankara Garı'na varmamız bu yüzden normalden uzun sürmüştü.

Ellerde bayraklar dillerde dualar vardı.

Yüzlerde en ufak bir korku emaresi yoktu.

Gardan gruplar halinde yönlendirildik.

Benim bulunduğum gruba sıhhiye tarafına gitmesi söylendi.

Ankara semalarında hainlerin savaş uçakları ve helikopterleri cirit atıyordu.

Attıkları bombalar kulakları sağır ediyor,helikopterler gelişi güzel yaylım ateşi açıyorlardı.

Kendimizi savaşın orta yerinde bulmuştuk.

Adliye sarayının önünde bir grup zırhlı araç ana caddeyi kontrol altına almaya çalışıyordu.

Adliye Sarayı'nın önünde kıstırdığımız bir zırhlı personel taşıyıcıyla mücadeleye başlamıştık.

Askerlere emir yağdıran subayın kin ve nefret dolu bakışını görünce, yıllar önce , Sincan’da tank üstündeki o subayın kin ve nefret dolu küstah bakışı gözümün önüne gelmişti.

Kalabalık yoğunlaşınca askerlerle olan mücadeleyi biz kazanmıştık.

Gerçi bu arada bir kaç dipçik darbesi almıştım ,sol kaşımda küçük bir yarık oluşmuştu. Sabahın ilk ışıklarına kadar kovalamacalar, bombalamalar , silah sesleri , devam etti.

Ve Dünya tarihinde belki de bir ilki gerçekleştirmiştik .

Hain fetöcü terörün silahlı ordusuna karşı , sadece imanı ve cesareti ile bir büyük zafer kazanılmıştı.

Tabi bunun bir de bedeli olmuştu.

Yurt genelinde 250 şehit vermiştik ve binlerce yaralımız vardı.

Oturduğum mahallede tanıdığım iki güzel insan da o gece şehit olanlar arasındaydı.

Dedem , bir imparatorluğun yıkılışına ; binlerce yıllık bilgi birikiminin medeniyetinin bir tarafa atılıp başlama çizgisine yeniden dönülen yeni bir devlete; (Türkiye cumhuriyeti) bu yeni kurulan devletin de ilk askeri darbesine tanıklık etmişti.

Rahmetli babam da , yaşamı boyunca , iki askeri darbeye, idam edilen güzide bir başbakan ve bakanlara, post modern darbeye , bir çok askeri vesayetin hükümete baskı ve müdahelesine tanıklık etmişti.

Bende bu yaşıma kadar; ömrümde , iki askeri darbe ve askeri vesayetin hükümete sayısını hatırlayamadığım kadar çok baskı ve müdahalesini gördüm.

Türk milletinin İmanını , bağımsızlığına olan tutkusunu, milli ve manevi gücünü çok iyi biliyorlar.

Çok iyi bildikleri içindir ki içteki hainlerle bu milli gücü zincire vurmak ve kontrol altında tutmak için düzeli olarak askeri darbeler yapılıyordu.

15 Temmuz gecesi , milletçe bu zincir parçaladık.

Bu uğurda şehit olan bütün demokrasi şehitlerimize Allahtan rahmet diliyor , gazilerimize sonsuz şükranlarımı sunuyorum.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol