Bir yarışma programında rastlamıştım.
Sunucu, yarışmacıdan “100’den büyük bir rakkam” söylemesini istemişti.
Bunun neresini düzeltmeli?
İstenen şeyin rakkam değil, rakam olduğu, rakamların ise 0’dan 9’a kadar olan matematiğin harfleri demek olduğunu…
İstenen asıl ifadenin ya da kurulacak doğru cümlenin “100’den büyük bir sayı” şeklinde olması gerektiği vs…
Bunun gibi birçok durumla karşılaşıyoruz, zaman zaman.
Mesela, “Kardeşi denize atılan şeyh kimdir?” sorusu gibi…
Bu soruyu soranlar da cevabının Hz. Yakup (a.s.) olduğunu bilerek soruyorlar, üstelik. O
ysa bunun doğrusunun da, kardeşi değil oğlu, denize değil kuyuya ve de şeyh değil peygamber olduğu vs…
Öğretmenlik mesleğini icra ederken, lise son sınıftaki bir öğrencimin “hocam, ayet ne demek” diye soruşunu, geçenlerde bir tv kanalındaki yarışmacının “teyyare”nin ne olduğunu bilememesi gibi hiç unutamayacağım.
Son bir örnek de, nedense dilimize yerleşen / yerleştirilen “dinime küfreden (!) bari Müslüman olsa” ifadesi.
Olması gereken ise, Güzel Türkçemizin “dinime dahleden bari Müselman olsa” ifadesidir.
Yani dinime müdahale eden veya dinim hakkında söz söyleyen / yorum yapan hiç değilse – en azından – İslam ile ilgili olsa…
Yoksa, bir Müslüman’ın değil İslam’a, hiçbir dine – haşa - küfretmesi elbette ki düşünülemez.
Kavramlarımızı doğru seçmeyince / seçemeyince varacağımız netice de çok doğru olmuyor, hatta hiç doğru olmuyor.
Bu da okuyup araştırmayan, bunun sonucunda da düşündüğünü ifade edemeyen; maalesef duyduğunu da anlayamayan / anlamayan bir genç neslin varlığını gösteriyor bize.
Söylenen söze değer vermeyen, hele de biraz sanat içerikli ve de edebiyat büyüklerimizden örnek ve kavramlar kullanılınca, bu kez gençlerle aramızdaki “uçurum” –diyeceğim – daha sarp bir hal alıyor.
Eğitimimizin diğer çoğu konuda olduğu gibi, bu konuda da iyi bir durumda olmadığı / olamadığı aşikar olmuyor mu?
Haydi sayısaldan geçtik, sözel ufku bile alabildiğine dar bir nesle geleceğimizi nasıl teslim edeceğiz?
Vicdani bir sorumluluğu kuşanmayıp, hedonist (zevkçi) bir kültürün içinde bocalayan gençliğimizi görünce, iyimser olmak biraz ütopik kalmıyor mu?
Bizden önceki kuşakların, gençliğinde neydiyse hayatında da aşağı yukarı öyle olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü Üstad D. Mehmed Doğan’ın ifadesiyle “iletişim veya dehşet çağı”nı öncekiler / öndekiler genç olarak yaşamadılar. …
Ve bizler özelinde eğitimcilerimizi / hocalarımızı kendimize örnek aldığımızı biliriz.
Şimdilerdeyse, bırakın örnek almayı, söylenenleri dahi anlamayıp ya da anlamak istemeyip dinlemeyen bir çoğunlukla karşı karşıyayız, ne yazık ki…
Bilgiye ulaşılan yollar artmıştır, evet.
“Bilgi güçtür” der, Konfiçyus.
Bilginin bedelini de galiba genç nesil insanların ödemesi gerekiyor. Herhalde sıkıntımızın da bu olduğu belli oluyor.
Bedeli ödenmemiş, diğer bir deyişle kazanımı hak edilmemiş bilgi, zihne bir yük olmaktan öteye geçemiyor.
Bu yüzden de olsa gerek, böylesi bir iletişim çağında bile ismiyle müsemma bir iletişim sorunu yaşıyoruz.
Sosyal medya kullanmayı “bilgisayar uzmanlığı”, gsm ve sms’i ise iletişim zannedince yüzlerce kelime dağarcığıyla konuştuğumuz dili de anadilimiz olan Türkçe zannedip duruyoruz.
Hiçbir kamus ve lügat karıştırmadan, (varsa) kitaplığımızda hiçbir ciddi sözlük bulundurmadan, tabiri caizse “körler ve sağırlar birbirini ağırlar” örneğindeki gibi bir durumdayız.
Merhum Cemil Meriç’le bitirelim; “Kamusumuz namusumuzdur.”
Selam, hürmet ve dua ile…