Ali Rıza Efendi’nin gümrük memuru olarak çalıştığı Papazköprüsü (Çayağzı), Osmanlı’nın o bölgedeki son sınırıydı. Katerin ilçesine bağlı bu yerleşim yerinde bir gümrük karakolu ve birkaç derme çatma bina vardı.
Selanik’e doğrudan giden bir karayoluna sahip değildi ve denizden yaklaşık 130 km tutan yolu da her zaman kullanmak mümkün değildi. Bu yüzden Zübeyde hanımla evlendikten bir müddet sonra onu yanına, Çayağzı’na getirmiştir.
Zübeyde hanımın Mustafa’dan önce doğan üç çocuğuna (Fatma, Ömer ve Ahmet) daha önce değinmiştik. Bunlardan son ikisi olan Ömer ve Ahmet, işte bu ne ilçeye, ne de köye benzemeyen, bir devlet memuru için ancak mahrumiyet bölgesi sayılabilecek Çayağzı yerleşiminde doğmuşlar ve ölmüşlerdir.
Belki de Ömer ve Ahmet’in ölümlerinde o bölgedeki bakımsızlık, doktorsuzluk, ilaçsızlık ve imkanlı beldelere ulaşımın zor oluşu sebepti. Bölgenin dağlık kesiminde Rum eşkıyalar hüküm sürmekteydi. Gümrükten geçen malların çoğunu kereste teşkil ediyordu.
Kereste tüccarları Rum eşkıyalara haraç vermeden ticaret yapamazdı.
Orman idaresi, gümrük karakolu, eşkıyalar ve kereste tüccarlarından başka pek kimsenin yaşamadığı Çayağzı’ndaaylığı 3 lira olan bir Osmanlı Devlet memurunun mahrumiyetine, ekonomik mahrumiyeti de eklememiz gerekir. Çünkü o dönemde 3 liralık aylık bir devlet memuru için oldukça cüzi bir miktardı. Ayrıca bu da garanti değildi
Osmanlı Devletinin, kendi memurlarının aylıklarını aylarca ödeyemediği, Yahudi bankerlerden yüksek faizle borç alarak açıklarını kapatmaya çalıştığı, kapütilasyonlar altında devletin maliyetinin ezildiğini bütün tarihler yazmaktadır.
Ali Rıza Efendi buradaki hayatından memnun değildi; iki çocuğunun burada ölmesi ve hayatını eşine ve evine adamış genç ve güzel eşi Zübeyde’ye de daha rahat bir hayat sağlamak istemesi yüzünden başka bir yere taşınmak özlemi içindeydi. Geceleri pencere ve kapılarını sıkı sıkıya kapatıp eşkıya korkusuyla, fırtınanın yarattığı dalgaların kayalıklara çarparken çıkardığı sesleri dinlemek, hem ona hem de genç ve güzel eşine, yaşamlarının burada çürümekle geçeceği kaygı ve korkusunu veriyordu.
Ali Rıza Efendi’nin tayin veya iş değişikliği dilek ve girişimleri kabul görmedi ve istifa etti.
Selanik’te kereste tüccarıolan Cafer Efendi’nin yanında, iyi bildiği kereste işine girdi. Ortaklığa pek benzemeyen bu yeni işinde, Cafer Efendi sermayedar iken, Ali Rıza Efendi işin inceliklerini ve resmi muamelelerini bilen biri olarak emeğini ve ilişkilerini kullanıyordu. Doruklarında tanrıların yaşadığı, zaman zaman birbirleriyle kavga edip zaman zaman da insanoğlunun kaderini belirledikleri Olimpos Dağlarının eteklerinden kesilen ağaçlarla yapılan kereste ticaretinde Ali Rıza Efendi başlangıçta başarılı oldu. Yunan efsanelerinin kutsal dağının Osmanlı malı ağaçları, Yunanistan’a ihraç ediliyordu. Ali Rıza Efendi ihracatçı olmuştu. Ruhsatları alıyor, kesim işlerini gerçekleştiriyor, ağaçları kereste haline getiriyor ve ihracat izinlerini alıp nakliyatını yapıyordu. İşler iyi gidiyordu. Zaman zaman Selanik’te, zaman zaman Çayağzı bölgesinde çalışıyordu.
İşte Zübeyde’nin Mustafa’yı dünyaya getirmek üzere olduğu Selanik’teki ev, işlerin iyi gittiği bu dönemde ve Cafer Efendi’nin de yardımıyla yaptırılmıştır.
Ahmet Subaşı mahallesindeki bu pembe ev, iki büyük yapıdan oluşmaktadır. Biri haremlik adı verilen yapı olup burada evin beyi işlerini yürütür ve misafirlerini kabul eder. O dönem Müslüman geleneklerine göre ziyaretlerde kadın ve erkek bir arada bulunamamaktadır.
İkinci kısım ise aile kısmı olup gelecekte milletine yeni ve çağdaş bir devlet hediye edecek olan, sarı saçlı mavi gözlü dev, bu aile kısmında doğacaktır.
Lakin Ali Rıza Efendi’nin başarılı ve kazançlı iş hayatı uzun sürmeyecektir. Dağlarda haraç kesen eşkıya, Ali Rıza Efendi’nin kazancından haberdar olacak ve onu sıkıştırmaya başlayacaktır. Rum Eşkıya, haraç vermeyi kabul etmeyen Ali Rıza Efendi’ye önce haber gönderir, ardından tehdit eder ama söz geçiremez. Ardından birkaç kez kaçırır ve kesmekle korkutur. Fakat memuriyet terbiyesi almış Ali Rıza Efendi kabul etmez. Kanunların uygulanmasını ister Ali Paşa’ya başvurur.
Ali Paşa, vilayetin asayiş işlerinden sorumludur. Eşkiyanın temizlenmesi talebi, Osmanlı Devletinin acizliğini de ortaya koyan bir yanıtla karşılanır: Ali Paşa der ki, sen bu kereste işini bırak, eşkıyayı nasıl temizleyelim? Ali Rıza Efendi israr eder, yalvarır. O zaman da der ki, bütün Olimpos ormanlarını yakalım, kereste bitince, eşkıya da biter!
Aslında düzen kurulmuş işliyordur: ticaretini yap, Rumlara haracını ver, askeri-devleti karıştırma. Eşkıya’nın da tehditlerine rağmen, Ali Rıza Efendiyi öldürmeye niyeti yoktur. Onun da istediği düzenin devamıdır. Çünkü öldürürse kereste ticareti olmaz, dolayısıyla haraç da alamaz.
Bu arada Rum eşkıyalar Ali Rıza Efendi’nin girişimlerinden haberdar olur. Mallarını ve kereste depolarını yakar. Büyük zarar verir. Sermayedar Cafer Efendi de, eşkıyayla anlaşmak yerine devlete başvuran Ali Rıza Efendi’ye sahip çıkmaz.
Ali Rıza Efendi işsiz ve kazançsız kalır. Elindeki az miktar sermayeyle tuz ticaretine girer. Mustafa’dan sonra dünyaya gelen Makbule’nin anlattığına göre tuzları satamaz, elde kalan tuzlar ıslanır ve erir gider. Bu sefer yeniden memuriyet peşinde koşar, sonuçsuz kalınca ümitsizliğe düşer. Kendisini içkiye verir. Ardından barsak veremi olur ve 47 yaşında ölür.
Ali Rıza Efendi öldüğünde Mustafa’nın iki kız kardeşi daha vardı: Makbule ve Naciye. Naciye de daha sonra Selanik’te ölmüştür.
Zübeyde hanım üç çocuğuyla dul kaldığında kendisine 2 mecidiye dul maaşı bağlanmıştır. Bir mecidiye 20 kuruşa karşılık gelmekteydi. Zübeyde O günleri şu sözlerle ifade ediyordu:
“-Merhum son günlerinde işinin fena gitmesinden çok müteessir oldu. Kendisini salıverdi. Daha sonra da dervişmeşrep bir hal alarak, eridi gitti. Hastalığı büyüdü. Artık yaşayamazdı. Ben dul kaldığımda yirmi yedi yaşımda bir tazeydim Bana 2 mecidiye (40 kuruş) dul maaşı bağladılar…”
Ali Rıza Efendi, kendisine göre çok genç olan ve çok güzel Zübeyde’yi, çok sevdiği karısını, hayal ettiği ölçüde mutlu edememişti. Rüyasında görüp aşık olduğu bu sarı saçlı aşkıyla refah ve mutluluk içinde, çocuklarıyla birlikte bir evlilik hayal etmişti. Mahrumiyetten bir ara kurtulup rahatlasalar da, ardı ardına felaketler, eşineson derece bağlı ve çocuklarına çok düşkün Zübeyde’ye ve ona hak etmedikleri kötü bir kaderi getirmişti.
Ailesine tek bırakabildiği Selanik’teki, o pembe ev ise hem bir sığınak, hem de iki binasının birinden az da olsa gelen bir kirayla, Zübeyde ve çocukları için hayati önem taşımıştır.
Babası öldüğünde Mustafa 7 yaşındaydı.
Fakirleşme ve hastalıkla dolu, ümitsizlik içinde çöküntünün hakim olduğu yıllar Mustafa’yı da okul çağına getirmişti.
Mustafa okumak istiyordu.
Türk Devrimi dünyaya örnek büyük bir olaydır. Bütün ezilen, sömürülen halklara örnektir. Yerleştiği ülkelerin bütün kaynaklarını sömüren, emeğini karşılıksız kullanan ve kitleleri ahlaksız, şuursuz bırakarak onlara bir köle gibi yaşamaktan başka bir seçenek bırakmayan emperyalizmi yenmiştir. Belli başlıları İngiltere, Rusya ve Fransa olan birleşik emperyalist güçlerin hem savaşla hem de siyasetle yenilmesi dünya tarihinde eşine az rastlanır bir olaydır. Emperyalizmin kimi şuursuz kimi gönüllü uşaklarının görmek istemediği bu gerçeği bütün dünya görür ve hakkını teslim eder.
Türk Devrimi eleştirilemez mi? Elbette ki üzerinde düşünmek, tartışmak iyidir. Karşı çıktığımız gerçeklerden uzak, kimi dini-İslami söylemleri paravan olarak kullanılan işbirlikçi yalancılar ve iftiralarıdır. Yoksa her yorum ve açıklama girişiminde yeni fikir ve gerçeklerin ortaya konup geliştirilmesinde bir beis olamaz. Zaten milli hayatın çetin meseleleri üzerinde düşünmek şablonlarla, siyasi ve dini kalıplarla değil, akıl ve bilim yolunda kafa yormakla olur.
Milli hayatımızın sorunlarıyla kafa yoran, milletini ve devletini öncelikle düşünen, Arap kültür emperyalizminin uşaklığını ve her türlü emperyalizmi reddedenlere selam olsun.
(devam edilecek)
- - - -