Her şey bir uyum içerisinde yaratılmıştır şu koca evrende.
Yani her canlı bir diğer canlı veya cansız varlığa muhtaçtır.
Birbirlerini tamamlayan ve hayatta kalmasını sağlayan varlıkların bir bütünüdür bu kainat.
İnsanoğlu bu varlıkların belki de en çok muhtaç olanıdır kendisi dışındaki yaratılanlara ancak insanın da diğerlerinden farkı hatta en büyük farkı bir ruha sahip olmasıdır.
Diğerleri sadece içgüdüsel olarak hareket ederken insanlar ise akıllarıyla veya yürekleriyle hareket eder.
Taşıdığı bu yürek ise akıldan daha ön plana çıkınca hayat daha yaşanır hale gelir.
Tabi ki aklını kullanan hayattan tat almaz anlamına gelmiyor bu ifade.
Akıl şeytana hizmet ederken yürek ise Allah’ın ikametgahıdır.
O yüzden onunla düşünüp adımlarını ona göre atan daha insancıl eylemler gerçekleştirir.
Zaten yüreği ve vicdanı yaptığı eylemler sonucunda huzura kavuşur insanoğlunun.
O yürekte vicdan ve merhametin kırıntıları kalmadıysa eğer kişi tamamen bencilleşir, diğer varlıklardan ve insanlardan kendini üstün görmeye başlar.
Doğayla barışık yaşayan ve bunun tamamen karşılıklı etkileşim içerisinde olduğuna inanan birçok toplum vardır ve bunlardan biri de Kızılderililerdir.
Buna dair de çokça sözleri vardır yaşantılarını ve hayata bakışaçılarını ortaya koyan. Hepsi de uzun deneyimler sonucunda ortaya konan sözlerdir.
“İnsan, tabiattan uzaklaştıkça kalbi katılaşır.”
Bu cümle yukarıda ifade etmeye çalıştığım düşünceyi çok güzel açıklıyor aslında.
Bizler doğaya hükmedelim derken aslında ondan uzaklaşmaya başladık.
Doğaya ve tabiata dair ne varsa onları birer birer yok etmeye başladık bundan sonra hiç ihtiyacımız olmayacakmışçasına.
Önce renklerden başladık uzaklaşma eylemine.
Yeşilin yerini siyahın ve grinin binbir tonu aldı. Mavinin yerini bütün karanlıklara verdik. Gökyüzünü uçurtmalardan ve asıl sahipleri olan kuşlardan aldık yavaş yavaş.
Gökkuşağının sahip olduğu renkleri teker teker silip attık semadan.
Gerçek sahiplerinin yerine yarattığımız yapay ve cansız olan varlıkları bırakarak mutluluğumuzu arttıracağımızı sandık ancak her değişiklikten sonra yüreğimizin de rengini kaybetmeye başladık.
Gerçeklikten kaçıp yapay olana sığındık ancak hiçbir yapma çiçek, gerçeği kadar güzel kokmamıştır.
O güzelim kokuları içimize çekmediğimiz her an uzaklaşmaya devam ettik hayattan.
Tabiatı sadece bir madde olarak gördüğümüz vakit yüreğimizin bir köşesinin kararmaya başladığının başlangıcıdır.
Tüketim toplumu olunca sadece doğadan değil kendimizden bile uzaklaşmaya başladık.
Bu uzaklaşma serüveni başlarda güzel görünse de sonucunun hiç de öyle olmayacağını görmek pek de zor olmasa gerek.
Çok güzel bir cümle daha kullanılır çokça;
“İnsan doğa ile savaş halinde, eğer insanlar kazanırsa kaybedecek.” o kadar derin anlamlar barındırıyor ki...
Artık tabiatla savaşı bırakıp barış içinde yaşamaya geri dönmeliyiz, bunu da yaparken samimi olmalıyız sadece sözde kalmamalı, eyleme de dökmeliyiz.
Artık betonarme yapıların ortaya koyduğu o iç karartıcı karanlıklardan çıkıp doğayı bütün renkleriyle kucaklamalıyız.
Doğaya savaş açmayı bırakıp ondaki yerimizi almamız birçok şeyi yoluna koyacaktır.
Bu da tamemen bizim elimizde.
O gökyüzüne ait olan gökkuşağının benzerini içimizde taşıyabilmemiz dileğiyle!!!