Mevsimlerin kendine has özellikleri vardır. Yazın yakıcı sıcağı, kışın dondurucu soğuğu, sonbaharın muhteşem sanatkârlığı, baharın hayat veren canlılığı...

Bunlar herkeste farklı duygular uyandırır hayatın insana sundukları karşısında.

İşte böyle bir bahar günüydü...

Mevsimlerin anlamsızlaştığı an...

Güneş en can alıcı haliyle tepedeydi. Ağaçlar çiçeklerinin takıp takıştırmış yeni gelin edasıyla. Çiçekler en güzel kokularını sürünmüş dolanıyorlardı uçsuz bucaksız ovalarda rüzgarla kol kola.

Ama...

Her şey birden zifiri bir karanlığa büründü.

Göğün mavisi, gülün kadifemsi rengi, bulutların pamuksu beyazlığı...

Hepsi kendi renklerinden sıyrılıp siyahın binbir türlü rengine büründü.

Kuşların insana mutluluk veren cıvıltıları bir ağıda dönüştü kulaklarımda.

Her yerim kaskatı kesildi. 

Düşüncelerim acıdan yapılmış bir mıhla çakılı kaldı aklımda öyle hareketsiz.

Sol yanım fena halde acıyordu. 

Her kalp atışımda batan bir şeyler vardı içime. Dilimde anlamını arayan acı dolu sözler. İçim yanarken bu soğuk nereden gelip kondu bedenime? Mevsimlerden bahardı ancak içimde dinmez bir ayaz...

Anlamını bilmeden kulanırdım “Baba” sözcüğünü. Öylece dilime konmuş bir sözcüktü sanki çocukluğumdan kalma.

Ağızdan çıkınca havada kaybolurdu.

Ama şimdi!!!!

Baba demek; uzun boylu, pala bıyıklı, sert bakışlı, yufka yürekli, cömert, koca bir çınar... ve ardından bırakılan apak bir isim!!!

Sen gittikten sonra anladım “Baba”nın ne kadar derin anlam barındırdığını. Artık dilimdenden değil yüreğimden çıkan ama her çıkışta orayı kanatan, güzellik adına ne varsa hepsini barındıran, ilk kahramanım, bir ömür kapanmayan yaram, dilime en ağır gelen bir sözcük. İki hece bir kelime nası olur da böyle sonsuz bir anlam ifade edebilir ki?...

Kaç yaşındaydım bilmiyorum...

Ama sen gidince ben artık bir çocuktum...

Kimse ellerimden tutmasa da gözyaşlarımı silmese de ardından öylece bakıp kaldım.

Koşsam yetişir miydim, tutsam elinden kalkar mıydın uyuduğun cennetinden... Yeniden yürür müydük o tozlu yolları...

Sen sonsuz uykuya daldın ya!...

Seni öylece bıraktık ya kara toprağın kucağında işte o vakit anladım toprağın taşıdığı “kara” sıfatının nereden geldiğini. 

O günden sonra fark ettim yağmur sonrası toprak kokusunun neden bu kadar cennet koktuğunu...

Her yağmur damlasının ardına gizledim gözyaşlarımı. Düşen her bir damlası kokunu getirdi bana. O, bir rahmet olup düşerken toprağa ben ise seni arayıp durdum gülde, papatyada...

Artık her çiçekte kokunu aradım baba!!!

Gülüşümün ardında ne yaralar gizlidir tamiri mümkün olmayan. Düşünce kanayan dizlerimin acısını en büyük acı bilirdim sensizliği tadana kadar. 

Bazen misafir oluyorsun rüyalarıma. Hiç sabah olmasa da konuşsak seninle şöyle doyasıya. Elini atsan da omuzuma kalksa tüm yükü dünyanın biranda. 

Sensizliği anlat deseler bana, sessizliğimden anlayın derim soranlara. Zaten sessizliğinde acını duymayanlara nasıl anlatabilirsin ki acını?

Ve...

Öyle bir isim bıraktın ki bana, onu taşımak hiç de kolay değil. İsmine leke sürmemek adına sessizce yürürüm kalabalıklarda. Adının zikredildiği bütün kapılar açık hala, bense derince yutkunurum...

“Muhsin!” derler adına gerisi sonsuzca bir dua!!!!

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol