Kendi yatağında akıp gider zaman kimseye aldırmadan, bazen ardı sıra kovalarız onu biraz olsun yavaşlaması için, bazen elinden tutup çekeriz hızlı adımlarla yürümesi için. O anki ruh halimiz ne ise ona göre yürütmeye çalışırız akrep ve yelkovanı. Ancak bizler ne kadar uğraşırsak uğraşalım o hep kendi hızında yürümeye devam edecektir. Hasta yatağında yapayalnız biri için gecelerin sessiz karanlığı ağırdır. Şafağın sökmesini iple çeker gücünün son damlasına kadar. Hatta zamanın artık durmasını ve tüm anlamını yitirmesini ister şafağın yolunu gözleyenler. Hayata hep geç kalanlar ise zamanın ağır aksak ilerlemesini ister. Onlar için de gök hep mavi kalmalı; akrep ve yelkovan bir köşede dinlenip durmalıdır.

Herkesin içinde bulunduğu duruma veya ruh haline göre farklı anlamlar barındırır zaman ama denk geldiğim bir video bu kavramın bazıları için hiçbir anlam ifade etmediğini gördüm. Yani göğün maviliği, gecenin karanlığı, yıldızların parlaklığı, ayın ışığı hiçbir mana taşımıyor…
Filistin’de ilkokul çağlarında bir çocuk, üzerinde siyaha yakın, hırpani bir tişört var ki bunun onun için bir önemi de yoktu. Yüzü gözü, toz toprak içinde. Yaşadıkları kendi yaşından da büyük…Kirpikleri nemli, yanakları ıslak, gözlerinde yılgınlık… Aylardan beri devam eden zulmün karşısında inancı onu ayakta tutsa da artık tüm gücünü yitirmiş bir hali vardı. Yanında onun yeryüzündeki tek dayanağı ve koruyucusu olan annesi vardı. İkisinin de ruh hali aynı olsa da anne yine güçlü durmaya çalışıyordu… Ve biri sordu… Soruların bir anlamı pek olmasa da… Dilinden dökülen kelimeler hem gözyaşlarının nemini taşıyordu hem de yorgunluktan tüm manasını yitirmişti.
“Bıktım artık oradan oraya gitmekten, eşyaları taşımaktan yoruldum. Sürekli bir yerlere göç etmekten yoruldum. Ben de çocukluğumu yaşamak istiyorum… Yoruldum artık bu hayattan…
…Ölüm gelse de artık dinlensem…”

Bu cümle onun dudaklarının arasından dökülünce zihnimin kıyılarına Cahit Zarifoğlu’nun şu cümlesi gelip vurdu:

“Yıkılmak, binaya özgü değil ki Züleyha!
Bir insanın, bir cümleyle yıkıldığını gördüm ben!”

“Ölüm gelse de artık dinlensem!..”
Bu sözün ağırlığını hissedebildiniz mi?
Bu cümle bir insanı değil, insanlığı yıkacak derecede ağır aslında ama bunu dinleyip de yüreğinin taa derininde hissedene.

Kafede bir masada oturup keyifle kahveni yudumlarken, evinde ailenle sofranda oturup en güzel ve sıcak yemekleri yerken, dalından kopardığın bir gülün kokusunu derin derin içine çekerken, aldığın bir elbiseyi ikinci defa giymeyip kenara atarken, elindeki sigaranın dumanını içine çekerken, herhangi bir şeye gülerken ya da ağlarken, şehrin en kalabalık caddelerinden birinde yürüken, bir dağın zirvesinde doğanın sesine kulak verirken, radyoda çalan herhangi bir şarkıya eşlik ederken, sahip olduğun imkanlardan sıkılıp şikayet ederken aklında asılı kalsın bu cümle.

Utanma duygumuzu çoktan yitirmişken başımız dik, kibir dolu bakışlarla yürürken etrafı süzerek belki o cümlenin ağırlığı eğer başımız öne ve bir nebze düşünmemizi sağlar. Yıkılmasak da bu cümlenin ağırlığıyla en azından sarsılıp kendimize gelebilsek. Küçük bir çocuğu bu ve buna benzer cümleler kurduyorsa hayat, zamandan şikayet etmek neye yarar. O kendi yolunca yürümeye devam edecektir. Bizler akıp giden zamana yetişemeyebiliriz fakat zamanın bıraktığı acıları dindirip yaraları iyileşitebiliriz. Elimizde hangi imkan varsa onu kullanarak bir yaraya derman olabiliriz ve böylelikle kısacık bir cümlenin ağırlığı altında kalmaktan kurtulabiliriz. O zaman küçük bir çocuğun dilinden dökülen sözcükler baharı müjdeleyen birer güle dönüşüverir….

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol