Alacakaya'da lise olmadığı için Ergani'de yeni evli ablamların yanında liseye başlamıştım.
Okula erken başladığım için yaşıtlarımdan küçüktüm ve ailemden de ilk kez ayrı kalıyordum.
Benim açımdan çok da kolay değildi yaşadıklarım.
13 yaşındaydım ve bilmediğim bir şehirde farklı kültürlere, farklı anlayışlara ve farklı hayat standartlarına sahip insanlarla bir arada yaşamaya çalışıyordum.
Daha da kötüsü, onlarla aynı dili bile konuşmuyorduk.
Ve bu iletişim anlamında ciddi sorunlara sebebiyet veriyordu.
Hayat, adeta olgunlaşmam ve deneyim kazanmam için beni sınıyordu.
Şevket adında bir başka Elazığlı arkadaş daha vardı sınıfta.
Sessiz, sakın, kendi halinde biriydi.
Kısa sürede tanışıp kaynaştık ve aynı sırayı paylaşmaya başladık.
Ancak bir süre sonra bizim Elazığlı olmamız sınıfta sorun edilmeye başlandı.
Elazığ'da akıl hastanesi olması sınıf arkadaşlarım arasında sürekli alay konusu ediliyordu.
'Akıl hastanesinden kaçıp gelen iki deli yakıştırması' giderek kabak tadı verse de sessizliğimizi korumaya çalışıyorduk.
Azınlık olduğumuz için, edilen hakaretleri mecburen duymazdan geliyorduk.
Önceleri bizi aralarına almak istemediler.
Sınıfça dışlanmak 13 yaşında bir çocuk için kaldırılabilecek bişey değildi.
Bu sebeple zor günler geçirdiğimi söyleyebilirim.
Sonraları sağlam dostluklar edinsek de başlangıçta yaşadıklarımız hafızalarımızda iyi izlenimler bırakmadı.
Ergani çimento fabrikası müdürünün oğlu da bizim sınıftaydı.
Murat Cem adındaki bu arkadaş, okula fabrikanın özel aracıyla şoför eşliğinde gelir, çıkışta da yine özel araçla okul kapısından alınırdı.
Giyimi, ten rengi, konuşması, mimikleri herkesten farklıydı.
Güler yüzlü, yakışıklı biriydi. Hocalar özel ilgi gösterirlerdi ona.
Kısa sürede sınıfa kendini kabul ettirmeyi başardı.
"Şeytan tüyü var bu hınzırda" söylemini haklı çıkarır bir sosyallik ve yöneticilik vasfı vardı.
Tabi bunda zengin olmasının etkisi de yok değildi.
Birgün benim ve Sevket'in de içinde bulunduğu beş kişilik bir arkadaş grubunu evine davet etti.
Ablam başlangıçta izin vermek istemediyse de, bizzat ablamla görüşerek benim de gelmemi istediğini makul bir dille ona anlatıp, ablamı ikna etmeyi başardı.
Okul çıkışı fabrikanın servis aracı bizi aldı ve çimento fabrikasındaki sitelere doğru yola koyulduk...
Az sonra bir binanın önünde durduk ve servisin kapısını iki beyefendi açıp bizi en iyi şekilde ağırlamaya çalıştılar.
"Murat Bey hoş geldiniz.
Herşey dediğiniz şekilde hazırlandı. Babanızın işi var, size katlılamayacak ama hepinize selamı vardı.
Sizi en iyi şekilde ağırlamak için elimizden geleni yapacağiz.
Yemek bir saate kadar hazır olur.
Başka bir emriniz olursa seslenmeniz yeter." dedi, otuz yaşlarındaki çalışan.
Murat Cem, bir yetişkin bir yönetici edasıyla: "Bize içecek birşeyler hazırlayın.
Yemek hazır olunca da haber verirsiniz."dedi, kendinden emin bir biçimde.
Olan biteni şaşkınlıkla izliyorduk.
Bu tür görüntüler ve söylemler bize televizyon dünyasından, filmlerden tanıdık geliyordu.
Gerçek hayatta bu görüntülere bizzat tanık olmak çocuk dünyamızın muhayyilesini hayli zorluyordu.
Girdiğimiz daire sıradışıydı.
Eşyalar, bardaklar, duvarlar, halılar, tablolar sizi bir hayal dünyasında gizemli bir yolculuğa çıkarır tarzdaydı.
Yemekte ise yok, yoktu. Hayatım boyunca bu denli zengin bir masada yemek yememiştim.
Çalışanlar etrafımızda bizi memnun etmek için dönüp duruyorlardı. Yemekten sonra Murat bizi başka bir yere götürdü. "Burası benim özel mekanım.
Kafam dalgın olduğunda, kendimle başbaşa kalmak istediğimde buraya gelir, burda kalırım.
Burası sadece bana ait." dedi.
Kendine ait bir odası bile olmamış insanlara özel bir daireyi anlatmak bizim için her anlamda absürttü.
Küçük bir daire olsa da zevkle döşenmişti.
Eşyalar yerli yerindeydi. İçeriyi gezdikçe evin büyüsü gizemli bir hal alıyordu.
Dairenin özel giriş çıkış kapıları bile vardı. Çocuk hafızam her dakika gördüklerim ve tanık olduklarımla olgunlaşıyordu.
Hayatta tanık olduklarımla o gün karşılaştıklarım arasında bir bağ kurmaya çalışıyordum ama bu o kadar da kolay değildi.
Murat Cem geç saatlere kadar bizi en iyi şekilde ağırladı.
Gece yarısından sonra da fabrikanın aracıyla bizleri tek tek evlerine bıraktırdı.
Gece bir şekilde bitmişti bitmesine ama benim hayallerimde asla bitmeyecek kadar uzun ve her anlamda etkileyici bir gece olmuştu. O gece sabaha kadar gözüme uyku girmedi .
Yaşadıklarım gerçek miydi yoksa hayal dünyamda kurduğum bir düzmece miydi, çözmeye, anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyordum. İlk defa o gece paranın ne büyük bir değer olduğunu fark ettim.
İnsanca yaşamak elbette herkesin hakkıydı.
Ama bazıları bu tür hayatları bırakın tanık olmayı, varlığından bile haberdar değillerdi.
Belki de esas acı olanı da buydu...