Geleneğimize ve geçmişimize dönüp baktığımızda sözlerin en güzelinin orada ortaya çıktığını görürüz. Sözlü olarak dilden dile konup, mekanları ve zamanları bir kanat çırpınışıyla aşıp nesillere ulaşanlar da vardır; bir kalemin ucundan dökülüp ve kağıdın temiz sayfalarının eşliğinde zamana direnenler de. Nesiller arası yaptıkları yolculuklar farklı olsa da hepsinin ortak noktası ölümsüzlüğü yakalamalarıdır. Söz uçsa da konacak bir dal bulur, yazı zaten kalmaya gelmiş dünyaya.
Bizim edebiyatımız, sözlü gelenekten sıklıkla beslenmiştir her dönem. Sadece yazarlar değil biz okurlar da bundan yararlanırız ancak pek farkında değilizdir. Herhangi bir muhabbet ortamında deyimlerden veya atasözlerinden destek alarak bazı konularda kendimizi ifade etmeye çalışırız. Herkes o sözlerin mirasçısıdır, bunları kullanmak konusundan özgür oldukları gibi geleceğe taşıma konusunda da o kadar sorumluluk sahibidir.
Âşıklarımız bu güzelliklerin aktarımını en iyi yapamların başında gelir. Çoğu da sazlarının eşliğiyle yapar bunları. Bazen bir sevda sözüdür, bazen bir dost sözüdür, bazen de bir nasihat sözüdür ama her ne söylenmişse yaşanılmış da söylenmiştir.
Bu güzelliklerin taşıyıcılarından biri de Âşık Veysel’dir. Gözleri bu dünyaya perdelerini çok erken bir zamanda indirmiş olsa da yüreği ona hem göz hem de kulak olurken en sadık yari ise sazı olmuştur kara topraktan evvel. O da sadık yâriyle yüreğinden geçenleri söze döker.
Üstada sormuşlar;
“Bu dünyadan ne anladın?” diye.
Kendine has üslubuyla;
“Say ki bir pazar yeri dolaştım, üç metre bez aldım, gidiyorum.” demiş.
Atasözü niteliğinde bir cümle söylemiş. Hayatın gelip geçiciliğini o kadar güzel ifade etmiş ki. Bu cümle aslında biraz da Yunus Emre kokmakta.
“Ana rahminden düştük pazara. Bir parça bez ile döndük mezara.”
İkisi de aynı topraktan beslenmiştir ve duygularının da benzer olması gayet doğaldır. Biri karanlıklar ardında söyler sözünü, biri de dergahın duvarlı arasında yankılatır sözünü.
Ne yaparsak yapalım, hangi kıyafeti giyersek giyelim, hangi yemeği yersek yiyelim sonuç olarak gerçek ve sonsuz yaşama döndüğümüz zaman elimizde üç metrelik bir bez parçası olacak. Biriktirdiğimiz her ne var ise geride kalacak. Hayatının çoğunu karanlık bir perdenin ardında geçiren âşığımız hayatın aslında ne kadar anlamsız olduğunu fark etmişken bizler her şeyi bu kadar net gören gözlerimize rağmen bu geçiciliği neden fark edemiyoruz?
Dönüp baktığımız vakit çok anlamsız şeyler için insanlar birbirinin kalplerini kırmış, gönüllerini talan etmiş. Peki ne uğruna? Koskoca bir yalan uğruna. Unutmayalım ki bu yalan dünyadaki doğrularımızdır geriye kalan!!!