Boğaziçi’nde yaşananlar kaygı verici. İkinci bir Gezi Vakası mı yaşatılmak isteniyor, sorusunu sormadan edemiyor insan.
“Mevzu rektör değil, siz hala anlamadınız mı” türünden açılan pankartlar da bu kaygıyı derinleştiriyor.
Ayrıca gözaltına alınanların büyük bölümünün Boğaziçi öğrencisi olmaması ve terör örgütleriyle bağlantılı olanların sayısının çokluğu, işin içinde başka amaçların olduğunu gösteriyor.
Aslında başlangıçta anormal bir durum yoktu.
İşin kabullenilmesi güç olan tarafı, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine olan tahammülsüzlük.
Onlara göre her şey bir adamın iki dudağının arasında.
Kabul etmekte zorlandıkları taraf da bu...
Yoksa Boğaziçi Üniversitesine rektör olarak atanan Melih Bulu ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunu.
Bu bölüme Türkiye’de ancak derece yapanlar girebiliyor.
Bulu da derece yaparak girmişti.
Üstelik, yüksek lisansını da atandığı Boğaziçi Üniversitesinde tamamlamıştı.
Ayrıca İstinye, Haliç Üniversiteleri gibi üniversitelerde de kurucu üyelik ve rektörlük yapmış, genç ve dinamik bir akademisyen…
Bunda tahammül edilmeyen taraf neresi?
İleri sürülen bahane 2015 yılında Bulu’nun Ak Partiden milletvekili aday adayı olarak başvuru yapması...
Bir başka itiraz da atamanın seçimle yapılmamış olması…
İyi de rektör atamalarını zaten Cumhurbaşkanı yapıyor, bu yeni bir şey değil ki…
Bu atamayla üniversitede oluşan hoşnutsuz hava, bazı medya ve muhalif partilerin de desteğiyle bambaşka bir boyuta taşındı.
Peki, ne oldu da bu noktaya gelindi?
Bence esas sorulması gereken sorulardan biri bu…
Halkın %52’sinin oyunu alan Cumhurbaşkanı, maalesef kalan %48’lik kısmı kazanmaya çalışmadı.
Birleştirici bir dil kullanıp halkı kucaklamadığı gibi, söylemleri ve sert çıkışlarıyla da tepki çekti.
Ayrıştırılan halk kendi safında mücadelesini kendince yürüttü.
Sosyal paylaşım sitelerinde guruplaşmalar gırla…
Medyada yandaş yazarlar ve muhalif yazarların açıklamaları ve köşe yazıları da beklenen tehlikenin çok da uzakta olmadığını hatırlatır gibiydi.
Söylemler o kadar maksadını aştı ki, okurken ya da dinlerken insan dehşete düşüyor…
“Reisi size yedirmeyiz…
hadi deneyin de görelim bakalım…
sizi falan yere kadar kovalarız…
herkes haddini bilecek…”
tarzında yapılan parmak sallayan açıklamalar ortamı gerdiği gibi, kaygılı bir sürecin de yaşanmasına neden oldu.
Muhalif kesim de boş durmadı.
Ateşi harlayan açıklamaların peş peşe gelmesini dehşetle izledik.
Yetmedi. Bir parti başkanının Erdoğan için sarf ettiği sözler, bu kadarına da pes dedirtti.
İsmini ve partisini söyleme gereği duymadığım bu kişinin sözleri kan donduracak türden:
“Sen şah değilsin, padişah değilsin, sultan değilsin.
Yarın yapayalnız kalacaksın.
Hiçbir dikta heveslisi insan, hiçbir tek adam yatağında ölmemiştir.
İçimizde sizin için merhamet kırıntısı kadar yer bırakın ki, ilerde acıma duygumuzu size karşı gösterebilelim…”
Vay be!… Bu nasıl bir kindir bilmiyorum.
Hiçbir tek adam yatağında ölmemiştir de ne demek?
Bu nasıl bir aymazlık, dahası nasıl bir cesaret örneğidir, anlamak mümkün değil…
Kimse kimseyi sevmek zorunda değil.
Ama birbirimize tahammül etmek durumundayız.
Seçilmiş bir başkana sevmesen de, saygı duymak zorundasın.
Demokratik çerçevede defalarca yenilgiye uğramış bir anlayış, bu tür antidemokratik tutumlara prim verecek açıklamalara imza atmamalı.
Bükemediğin eli öpmesini bilmiyorsan, o eli sıkmasını bileceksin.
Halkın sinir uçlarıyla oynayıp, ortamı germeye kimsenin hakkı yok.
Bu halk gırtlağına kadar sıkıntıya gömülmüş zaten.
Yeni bir sıkıntıyı kaldıracak ne sabırları var ne de güçleri…
Herkes şapkasını önüne koyup düşünsün.
Layıkıyla özeleştiri yapabilmek gerçek bir erdemdir, yapamadığımız bu…
Lütfen biraz sağduyu…