Son zamanların sloganlaşan yaklaşımlardan biridir “Değerler Eğitimi”… Toplumsal yapıda yaşanan değerler erozyonu, eğitimcileri arayışa yöneltti… Bu arayış, uygulamada samimiyetten uzaklaşınca, Doğan Cüceloğlu’nun “Mış Gibi Yaşamlar” diyerek yazdığı kitapta vurguladığı; “Vatandaşa yardım etmek için oluşan bürokrasi, köstek olmak konusunda uzmanlaşıyor; güven duymamız için oluşturulan kurumlar güvensizliğin kaynağı haline geliyor…” satırlarını düşününce, uygulamada, slogana takıldığımızı düşünüyorum… Hayatı yaşadığımızı zannederken, sloganda yaşar olduk sanırım…
İnsanın karakterli ya da yüksek karakterli olması gerektiği sık söylenen söylemlerdendir. Ancak karakteri oluşturan değerler sayıldığında, çoğu kez “FEDAKARLIKTAN” bahsedilmez. Ama kültürel kodlarımız irdelendiğinde; fedakarlığın da karakteri oluşturan önemli bir değer olduğunu fark ederiz…
Fedakârlık, Arapça feda, Farsça kar kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Karşılığı ise “Özveri” demek olup, insanın sahip olduğu ve sevdiği, değer verdiği şeylerden hiç düşünmeden, bir amaç için veya gerçekleşmesi istenilen bir şey için kendi çıkarlarından vazgeçmesi anlamındadır.
İnandığı önemli değerler ya da çok sevdiği ve değer verdiği kişiler için zorluklara, sıkıntılara katlanma ve göze almadır. Fedakârlıkta bir amaç, bir hayır, sevgi, iyilik gözetilerek yapılır. Fedakârlık bir yardımseverliktir. Sevgi ve merhamet barındırır.
Ancak, uygulamada bu erdem unutulursa, fedakarlık sözde kalır, slogan olarak kullanılmaya devam edilirse, hiçbir işe yaramaz... Fedakarlık uygulamada yoksa hiç bir anlam da taşımaz.
Akşamın darında, aniden eve gelen aç bir misafire bütün yemeğimizi vermek gerektiğinde bu fırsatı değerlendirebiliyor muyuz?
Veya ihtiyacı olduğunu bizim fark ettiğimiz bir anda, ondan talep dahi gelmeden, onun ihtiyacını karşılamak yönünde kedimize ne kadar dürüstüz? Söz, söylem ve eylemlerimizde samimi miyiz?
Çocuk yaştan itibaren, fedakârlığı uygulamayı öğrenirsek, başkalarına yapılacak hizmetin vereceği gönül huzurunu, o tarifsiz mutluluğu yaşayabiliriz. Aksi halde, büyüyünce, yapmak zorunda kalacağımız işler bize mutluluk yerine acı da verebilir.
Çünkü fedakârlığı değil de hep kendi çıkarımızı düşünerek, hatta buna yönlendirildiğimiz bir süreçte büyüyerek, ülkeye yapılacak işlerin, hizmetlerin tadını almayı öğrenemiyoruz son zamanlarda…
Çocuklarımızı eğitirken, nefsin/hazzın tatmini ekseninde yetiştirmeyi tercih ediyor, hormonlarının farkına varan çocuklarımızın tatmin eksenindeki kaymalardan da şikâyete başlıyoruz biranda…
Oysa ecdadın eğitimdeki öncelikleri nedeniyle, dün yaşadıkları slogandan uzak, değer ekseninde model olma hassasiyetleri, çocuklarımızı çok farklı bir yeterliğe ulaştırmıştı, fedakarlık açısından…
Bu ülkenin insanları, Kurtuluş savaşında yaptığı büyük fedakârlıklardan sonra Cumhuriyet'in kuruluşunu izleyen yıllarda söz söylem ve eylemlerindeki tutarlılık, bir sonraki nesle doğru model olmuştu…
Ancak bugün bu hassasiyeti kaybediyoruz gibi…
Fedakarlık hakkında nutuk atmakta uzman olan birilerinin, söyledikleri şeyleri uygulamaya gelince, arkalarını dönenlerin, duymazdan gelenlerin, ellerini ceplerine sokup bir kuruş bile vermeye yanaşmayanların sayısı her geçen gün artmıyor mu?
Söylediğiniz şeyleri eyleme dönüştürmezseniz, vaaz vermenin ne faydası var ki? Başkalarına hizmet vermek için borç para almanıza gerek yoktur.
Sahip olduğunuz her şeyi hemcinsleriniz ile paylaşmaktır aslolan. Gerçek paylaşma ve fedakârlık da bu değil mi?
Sevgi, herkeste mevcut olan ebedi prensiptir. Sevgisi olmayan tek bir insan yoktur. Fakat hazzın tatmini ekseninde yetişen nesil, bu sevgisini bencilce amaçlar için kullanmaktadır. Bu eksende yetişen bir nesle, “Bencillikten ve Kişisel Çıkarlardan Sakının!” nasıl deriz?
Eğitimde veli tabanında başlamak gerek diye düşünüyorum. İstikbalin teminatı olan gençlerimizin sevgi kaynaklı, fedakârlık ruhunu geliştirmeliyiz. Nasıl cesur olabilirsiniz? Bu ancak “Doğru Davranışı” uyguladığınız takdirde mümkündür.
Yazımıza geçmişte okuduğum bir paylaşımla devam etmek istiyorum…
1400 yıllarında 18 çocuklu bir ailenin resimle ilgilenen 2 erkek çocuğundan ikisi sanat okuluna gidip büyük bir ressam olma hayali kuruyorlar.
Aile ise bu durum karşısında çaresiz. Madencilik yaparak geçinmeye çalışıyorlar ve karınlarını zor doyurabilmekteler.
Bu durum karşısında iki kardeş kendi aralarında kura çekmeye ve kazananın sanat okuluna gitmesine, geride kalanın daha çok çalışıp diğer kardeşi okutması yönünde bir karar veriyorlar.
Albert ve Albrecht arasındaki bu kurada okula giden dönüşte kardeşi okuması için okula gönderecek ve kendisi de madende çalışacaktı.
Kurayı kazanan Albrecht okula gider ve bütün öğretim görevlilerini kendine hayran bırakarak çok büyük başarılar elde eder.
Okulu birincilikle bitirir.
Eve büyük bir gururla döner.
Ailesi onun onuruna güzel bir yemek verir. Kendisini öven konuşmalardan sonra söz alır ve kendisine bu fırsatı veren kardeşine teşekkür eder.
Şimdi sıranın onda olduğunu ve okumaya göndereceği kardeşi için madende çalışmaktan büyük gurur duyacağını söyler.
Kardeşinin cevabı ise;
-İmkânsız sevgili kardeşim, şeklindedir. Seni okulda okutabilmek için çalıştığım senelerde, bütün parmaklarım madende defalarca kırıldı ve değil kalem tutmak, bir su bardağını bile zor tutuyorum.
Albrecht kendisini dünyanın en ünlü ressamları arasına sokan o ellerin, kardeşinin ellerinin resmini çizer.
Bütün dünyanın Praying Hands (Dua eden eller) olarak bildiği, asıl ismi Hands (Eller) olan resim Albrecht Durer'in kardeşinin elleridir.
Sevgi fedakarlık ister...
Sevgiyle kalın...