Eski dönemlerde yaşayanlar, teknolojik aletlerin pek de gelişmemiş halleriyle, ki o döneme göre fazlasıyla gelişmiş aletler sayılırdı kullanılanlar, işlerini kolaylaştırıp hızlı bir şekilde sonuca varmaya çalışırlardı.
Bu genel anlamda fiziksel olarak yapılan eylemler için geçerliydi. Güneşin doğuşuyla onlar için hayat mücadelesi başlardı, güneşin dağların ardına geçince onlar da kendi pencerelerinin perdelerini çekip bedensel bir dinlenmeye geçerlerdi.
Ancak zihinsel olarak çalışmaya devam ederlerdi durmadan. Güzel ve anlamlı sözlerin çoğuna bakıldığında hep eski dönemlerin insanları tarafından ortaya konmuştur. Deyimler, atasözleri, masallar, destanlar...
Bunlar da genel anlamda yaşantılar sonucu ortaya çıkan tecrübelerle birlikte gün yüzüne çıkardı, zihnin en mahrem yerlerinden. Bunları ortaya koyarken de yanlarındaki en sadık ve değişmez yoldaşlarıysa muhakkak “sabır”dı...
Toprağa gömdükleri o tohumları sabırla sulayıp zamanla ekip biçtiler ve ortaya son derece sağlam eserler koydular.
Ayrıca öyle her şeye körü körüne inanmak da olmazdı çünkü kendi edindikleri tecrübeler onları bazı eleştirel eylemlere de yöneltirdi.
Harman, yalnızca tarlada buğday veya arpa işe yapılmazdı; düşüncelerin de harmanını yaparlardı katıldıkları sohbetlerde.
İşte günümüz insanının en büyük eksiklerinden birkaçı bunlardan oluşuyor...
Teknoloji gelişti...
Evet, hayatımıza çok güzel dokunuşlar da yaptığı inkar edilemez ve hayatımıza son derece güzel şeyler kattı fakat fiziksel olarak ne kadar rahatlığa alıştıysak zihinsel olarak da bir o kadar tembelleştik maalesef...
Karşımıza çıkan herhangi bir bilgiyi, doğruluğunu araştırıp öğrenmeden hemen kabullenmeye başladık...
Gençlere sorular sorduğumuz vakit hayalleri ile ilgili veya gelecek planlarıyla ilgili, verilen cevap her ne kadar güzel gelse de kulağa, onları gerçekleştirmek için pek de çaba vermediklerini görüyoruz. Her şeyin biranda olup hemen sonuca varmasını istiyorlar fakat bunu sadece istiyorlar pek de mücadele vermiyorlar hayalleri için.
Yani eskilerin zamanla beraber biledikleri sabrın varlığından bihaberler sanki...
Zihinsel bir tembellik hastalığı oluştu modern çağ insanının.
Okuduğu veya duyduğu bir cümleye inanması için düşünmesine veya araştırmasına gerek yok, onun siyasi görüşünü savunan ya da beğendiği tanınan bir kişiliğin söyledikleri tek doğruluk kriteri oluvermiş.
Çünkü düşünce tembelliği sinmiş üzerlerine. Onların yerine düşünenler var zaten.
O zaman ne yapmalı? Söylenenleri olduğu kabul etmeli... Bu da özellikle sosyal medya denilen platformlarda sıkça karşımıza çıkmakta. Belki de bazıları birey olarak buradayım demek için böylesi bir eylem gerçekleştiriyordur...
Düşüncelerim(iz) var sonunun nereye varacağını bilmeden savunduğumuz...
Öyle ki yalan yanlış olduğu ortaya çıksa dahi kabullenmekte bayağı zorlanıyorlar.
Çok güzel bir Japon atasözü var;
“Okuduğun her şeye inanacaksan hiç okuma daha iyi!”
Oku veya dinle fark etmez ama hemen inanma ve mutlaka sorgula.
Okuduklarımızın kölesi değil tam aksine efendisi olmalıyız. Değişime, gelişime açık olmalıyız her zaman.
Hatta Paul Auster’in bir sözü de bu düşünceyi çok iyi destekler:
“Niçin mi fikir değiştiriyorum çünkü ben fikirlerimin kölesi değil, efendisiyim.”
Tembelleşen bedenlerimizle paralel olarak ilerleyen düşüncelerimizi ayağa kaldırmalıyız.
Değişimi şekilsel değil, fikirsel olarak başlatmalıyız.
O zaman daha farklı bir anlam yükleriz şiirin dizelerinde gizlenmiş sevdalara, kuşların kanat çarpışlarına, bülbülün gül için feryadına , papatyanın bir sevda uğruna yolunmasına, yağmur sonrası toprak kokusuna, bir yaprağın sararıp dalından kopmasına, suyun şırıltısına, kuşun cıvıltısına...