Bugün iki büyük ve yüce gönüllü insanın aramızdan ayrılışının sene-i devriyesi. Bunlardan ilki Cahit Zarifoğlu...

Edebiyatımıza “Yedi Güzel Adam” olarak iz bırakan o güzel insanlardan biriydi. Maraşlı bir ailenin Ankara’da dünyaya gelen çocuğuydu. Hayatındaki en ilginç ironilerden birisi ise adını kazıdığı edebiyat kitaplarında, lise sıralarındayken bu dersten tekrara düşmesiydi. Kaderin cilvesi lise sıralarında başlamıştı adeta.

Eserlerini okuyan herkesin zihninde farklı bir tat bıraktı.

“Bir incelik gösterin

İncinmesin yüreğim!”

İnsanların o en hassas yerleri olan yüreğe nasıl dokunulması gerektiğini anlattı bir çok şiirinde. İnsanın en çok yara aldığı yerdir yüreği. Kendisinin de yaralarının gizli olduğu mahzendi orası. 

“Bize sözlerimizden çok yüreğimizden anlayan gerek.” 

diyerek sözlerden ziyade onların çıktığı kaynağa işaret ediyor. Zaten sözlerimizi anlamayan biri yüreğimizin derinliklerindeki kırgınlıkları, güzellikleri nereden bilsin ki. İşte Zarifoğlu da bir buz tabakasından daha ince ve kırılgan olan yüreğe dokunabilen insanları aramıştır ömür boyu. Yaşarken buldu mu bilinmez ama  göç eyledikten sonra bulduğu kesindi.

Dünya nimetlerine de pek tamah etmemiştir. Şair ruhlu adam, maddeden sıyrılıp maneviyata doğru uzun bir yolculuğa çıkmıştır.

“Burası dünya!

  Ne çok kıymetlendirdik

  Oysa bir tarlaydı

  Ekip biçip gidecektik.”

Hayatın geçiçiliğini bu kadar güzel anlatabilen çok az insan vardır. Yunusî bir hava geliyor bu dörtlükten yüreğimize dokunan. Onun asırlar sonrasına uzanmış sözlerinin koruyucusu ve taşıyıcısıydı.

Hayatın geçiçiliğinden çok güzelliklerin geçiliğinden de dem vurur. Hasretlik hayatının her anında yer almıştı.

“Güzel günler çabuk geçer, içimiz hep bir ‘hoşça kal’ ülkesi!” 

Dedikten sonra veda etti sözlere, kelama, şiire ve bu yalan dünyaya.

Bu topraklarda yetişen ama zamanı gelince bu diyarları terk eden bir diğer değerimiz, aşığımız Abdurrahim Karakoç...

Aşkın  ne kağıda yazılabileceğini ne de ona bir hudut çizilebileceğini biz onun dizelerinden öğrendik.

Ona kadar her sevgili birer Leyla’ydı aşığın yüreğinde. Ondan sonra ise Leyla’nın yanında sevgililer Mihriban’a dönüştü onu kıslandırırcasına. 

Herkes onun saçlarına bağlayıp deli gönlünü, sevdanın derin kuyularına saldı kendini.

Sevda, onun kalemiyle beraber farklı kimliklere, anlamlara büründü. 

Şiirleri okunduğunda bir anlam belirir herkesin zihninde de ama onun şiirleri dille değil yürekle okununca gerçek manasına varılır, anlamak yürek ister...

Hayatın geçiciliğini üzerinde nice sözler yazdı beyaz sayfaların en ücra yerlerine.

Şiirlerine burada teker teker değinmek isterdim ancak ona da ömür yeter mi bilmem...

Hayattaki her zorluğa karşı direnmeyi ve onunla baş edebilmeyi İslam’a bağlardı. İslamın sancağı asılıydı onun kaleminin tepesine.

“Ya İslamla yükselir ya inkarla çürürsün

 Bu yol mezarda bitmiyor, gidince görürsün”

İslami bir bakış açısıyla bu hayatın geçici olduğunu, ölümün bir son değil tam aksine yeni bir başlangıç olduğunu anlatıyor herkese. 

Bir haziran günü o da yalan dünyadan göçüp gerçek hayata doğru yol aldı. O gidince Mhriban da gitti. Bütün sevdalar öksüz kaldı bu diyarlarda. Aşkın hudutsuzluğunu ve kelamsızlığını avuçlarımıza bırakıp gitti. Ondan sonra gelenler bir daha onun gibi bir sevdaya ulaşamadı, herkes bir Mihriban arasa da yitip gitti onun yolunda. 

“Ölüler toprağa gömülür, hatıralar yüreğe. Toprak mı vefalı, yürek mi, bilmiyorum.”

Onu önce toprağa gömdüler bir beden olarak ama yazdıklarıyla bizler onu yüreğimize gömdük. Bizler toprak kadar vefalı değiliz, belki de unuturuz üç güne. Ama gelip de kapımızı çaldı mı apansızca bir sevda, o zaman hatırlarız işte öksüz kalan Mihriban’ı ve yad ederiz onun çizdiği hudutsuz sevdayı.

Ey Mihriban sen gideli bu diyarlardan

Bütün sevdalar bir “hoşça kal” ülkesi

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol