"Ben toprağın sinesinde insan denilen bir canım. Hem düşünür, hem severim.

Budur taştan farklı yanım. Her maddenin zerresini bedenimde taşıyorsam, Ben ne bir taş, ne bir ağaç, İnsanlığımla insanım…

" Orhan Gencebay'ın 1980'de bestelediği ve albüme de adını veren bu şiiri, birçok aşka, birçok sohbete katkı sundu, değer kattı.

Amaç, insan olmanın önemiydi ve bu önemin ne büyük değer olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyabilmekti.

Peki, başarılı oldu mu derseniz, bu soruya evet diyebilmek çok da kolay değil.

Zira bu değeri layıkıyla önemseyenlerin sayısı oldukça az.

Günümüz toplumunda değer kriteri paraya endeksli olduğu için, insanın taşıdığı özellikler de hep görmezden gelindi.

Sen ne kadar donanımlı, birikimli olursan ol, karşı tarafta anlaşılabildiğin kadarsın.

Sana yüklenen 'fakir' yaftası, seni bir adım öteye taşımadığı gibi, sana başka bir hayatın kapılarını açmıyor, bir misyon da yüklemiyor.

Sen hep ezik biri olarak hafızalarda yer etmeye devam edersin.

Paran ve statün yoksa adam değilsin algısı, acı bir gerçektir ve bu gerçek, büyük bir engel olarak karşında durmaya devam eder...

Yeni evliydim. Bir aile dostunu ziyarete gitmiştik eşimle.

Akşam yemeğinde ev sahibi amcanın bana söylediklerini hala hatırlarım: "Akıllı adam parası olanlarla vakit geçirir, onlarla dost olur, onlarla aynı safta yer almak için çaba sarf eder.

Çünkü bu hayatta ona lazım olacak tüm işleri ancak onlar çözer.

Aksi halde hayatındaki sıkıntılar bitmek bilmez." demişti...

Bugün iş hayatında da bu anlayışın egemen olduğunu görüyoruz.

Öz geçmişin ne kadar donanımlı olsa da, yaptığın iş kadar değer görürsün.

Hatta emekçi yaftası boynunda koca bir kolye olarak asılı durur ve seni sürekli ezilmeye mahkum bir anlayışa sürüklemeye devam eder.

"Emekçiysek köle de değiliz ya" söylemi, vazgeçilmezin olur.

Ve sen işgören olduğun için ezilir, hor görülülür, ötekileştirilirsin.

Sözlerin kale alınmaz, hayatın önemsenmez, kısacası insan olarak sana yeterince kıymet verilmez.

Bu da seni yaşadığın müddetçe kahretmeye devam eder. Bırakıp gitme lüksün yoktur.

Bu gerçeği biliyor olmak da ayrı bir acıdır.

Oysa istenen şey, insanca yaşayabilmek, değer verilmek, önemsenmektir.

Bu kadarı bile çok görülür.

"Bayram patronun hakkı" gerçeğini kabullenmek ve bununla başa çıkabilmek de sanıldığı kadar kolay değildir.

Ve bu gerçek yaşadığın müddetçe Demokles'in kılıcı gibi her daim başında durmaya devam eder.

Tasavvufçulukta "ne olursan ol gel" ve "severiz yaradılanı yaradandan ötürü" anlayışı yüzlerce yıl öncesinden bu gerçeği ortaya koysa da hiçbir zaman geniş kitleleri harekete geçirmeyi başaramamıştır.

Aradan geçen asırlar bu anlamda insana, insan olma vasfını yükleyememiştir.

İnsanlık hep düzenin, paranın ve statülerin enkazı altında kalarak ya ağır yara almış ya da bütünüyle can vermiştir.

Filmler, anılar, hikayeler, romanlar bu gerçeği belleklere işlemek, hafızalara kazımak istemişse de başarılı olamamıştır.

Herşey kendi döngüsünde yaşanagelmeye devam etmiştir.

Daha iyi bir hayatı yaşamak için her yol mübah görülmüş, manevi değerler ve insan olma kriterleri ise hepten unutulmuştur.

İnsan olmak...

Bu ifade herkeste farklı tecelli etse de, aslında giderek değerini yitiriyor.

Dünya değiştikçe ortaya bambaşka insan profilleri çıkmaya başladı.

Yozlaşan değerler ve sistemin dayatması da işin tuzu biberi...

İnsan, yaratılmışların içerisindeki en kıymetli varlıktır.

Çünkü aklı ve duyguları olan tek canlıdır.

Kibir, önyargı ve art niyetten uzak bir hayat anlayışı temel çizgimiz olmalı.

Ve unutmayalım ki, aslolan insanın kendisidir, üzerindekiler değil...

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol