“Ana rahminden düştük pazara, bir kefen alıp döndük mezara.”
Hayatın kısalığını ve daha da önemlisi gelip geçiciliğini bu kadar güzel, kısa ve öz anlatan başka söz yoktur herhalde hiçbir literatürde.
Bu da Yunus Emre’nin asırlar öncesinden heybesinde bulunan ve onun altındaki delikten dökülüp bu topraklarda filizlenerek bizlere ulaşan bu sözü hanelerimizin duvarlarına asmak gerek ancak ondan da önemlisi bunu kalbimizin kapısına da yazmalıyız.
Orayı yokladığımız vakit küçücük çıkarlar uğruna kırdığımız kalpleri onarmaya çalışırız küçük bir ihtimal de olsa.
İnsanoğlunun hamurunda biraz toprak ve birkaç damla da su vardır.
Ondandır ki geldiğimiz yer olan toprağa gömülürüz ve yağmur sonrası toprak kokusu hep huzuru getirip koyuverir içimize.
Bizler kuruyan bir çiçek misali kurudukça kendi kökümüze doğru eğilip iki büklüm oluruz, nereden geldiğimizi anlatırcasına!…
İnsanoğlu farkında değildir ancak ömrü boyunca hep birbirine muhtaçtır!!!
Gözlerimizi bu dünyaya açtıktan sonra ilk ürkek adımlarımızı atıncaya kadar annemizin sırtında, kollarında dolanırız cihanı.
Kendi ayaklarımız üzerinde yavaş yavaş yürümeye başlarız ancak ardımızda düşeceğimizden korkan anne ya da babamız vardır da fark etmeyiz. Gecenin karanlığından aydınlığa sığınmak için yine aynı kolların sıcaklığına sığınırız.
Bu, ömür boyu sürüp gitmez tabi ki…
Daha sonra ansızın bir gün kanatlanıp uçarız yuvadan, bu uçuş özgürlüğe kanat çırpmak gibi anlaşılsa da aslında pek de öyle değildir. Bu defa sığındığımız başka bir yürek vardır.
Fırtınalı dalgalardan kurtulup nefes alabilmek için dinlendiğimiz bir liman.
Önceden düşmemek için tutarken elleri, şimdi aynı yolu yürümek için, şafağın aydınlığına kavuşmak için, aynı yağmurun altında ıslanmak için, aynı gün doğumunu ve batımını izlemek için tutuveririz sımsıkı şekilde…
Zamana hükmümüzün geçmediğini anlarız çok sonra, kendimizi onun akışına bırakırız ve bir de bakarız ki daha dün başka ellere tutunup yürümeye çalışan bizler bu defa başkalarına destek olmaya başlamışız.
Bu defa karanlıktaki şafak oluvermişiz.
Sığınılan bir liman oluvermişiz.
Güvenilen koca bir dağ oluvermişiz…
Bu bizim muhtaçlığımızın bittiğinin habercisi midir, hayır!
Önce küçük ellerimiz, ayaklarımız heyecanlanınca; minik kalplerimiz korkuyla çarpınca sığınırdık.
Şimdi ise kırışmış ve koca bir ömrün çizgilerini taşıyan ellerimiz hâlâ tutunacak bir dal arıyor.
Ümit ve heyecan dolu kalbimiz artık düşünceyle endişeden yorgun düşmüş durumda.
Geçen onca zamanın ardından muhtaçlık devam edip durmakta hem de hiç azalmadan.
Bizler nefes alıp verdiğimiz her anda birbirimize olan muhtaçlığımız sürüp gider.
O yüzden geriye dönüp baktığımızda “keşke”ler yerine “iyi ki”ler ile başlayan cümleler kurabileceğimiz eylemlerde bulunalım.
Unutmayalım ki dünyaya gelirken üryandık, giderken de öyle gideceğiz buradan.
Bizleri sarıp sarmaladıları kefenin beyazlığına halel getirmemeye çalışarak adımlarımızı atalım.
Ne yaparsak yapalım, ne kazanırsak kazanalım hepsini burada bırakıp gideceğiz bir gün.
Bu bilinçle hareket edersek geriye bırakacağımız en doğru mirasın güzel bir isim olacağını unutmayız.
Yine Yunus’un bir sözüyle bitirmek güzel olacaktır ki onun sözünün üstene ne söylersek söyleyelim boş bir lakırdıya dönüşür…
Sular hep aktı geçti
Kurudu vakti geçti
Nice han nice sultan
Tahtı bıraktı geçti
Dünya bir penceredir
Her gelen baktı geçti
Vesselam!!!