"Maviyi seven kadınlar var ya azizim! İşte onları bulun ve sevin."
Meczup ‘un biri sokağın ortasında durmuş herkesi elinden, kolundan ya da eteğinden tutup çekiştiriyordu bunu söyleyerek.
“Maviyi seven kadınları sevin çünkü mavi unut değil umuttur, hüzün değil mutluluktur.”
"Adam haklı beyler!" dedi iri kıyım birisi.
"Şiir gibi sözler bunlar." dedi kadının biri.
Dikkat çekmeyi başaran Meczup:"Çiçeği kuruduğu için ağlayan kadınları sevin!" dedi.
Kimse bir şey anlamadı onun bu seslenişinden, buna bir anlam da veremedi.
"Çünkü onlar yaşatmayı bilen ve her canın rabbin bir emaneti olduğunu anlayanlardır.
Bir çiçeğe dahi bu kadar üzülen kadının yüreği dünyanın en yufka yüreğidir.
Sevilmekten başka bir isteği de olmaz, sevmekten başka arzusu da."
Meczup böyle söyleyince: "İlahi bir yasa olmalı!" bu dedi birisi.
"Yok öylesine söylenmiştir." dedi bir diğeri.
"Meczubun teki bu adam!" dedi başkası.
“Sözlerini ciddiye almaya değmez.”
"Yok yok bu adam hayatı iliğine değin yaşamış, söyledikleri çok kalbi sözler." dedi bir başkası.
"Akli olmayan hiçbir söze itimadım yok! Kalbi olan çabuk unutulur akli olan ise kolayca unutulmaz." dedi yekdiğeri.
Herkes Meczup ‘un söyledikleri sözlere kendi zaviyelerine göre cevap veriyordu.
Kimse haklı da değildi, haksız da! Meczup devam etti: "Avucunda beslediği muhabbet kuşu öldüğünde bir hafta yas tutan kadınları sevin!
Çünkü onlar yanmasını bilenlerdir.
Kıymeti el üstünde tutanlar ve sevmenin hakkını verenlerdir."
" Doğru söze ne denir?" dedi bir kadın. "
Yanmasını bilenler, evet.
Ben de öyle düşünüyorum." dedi başkası.
"Bir kutsal kitaptan alınmış gibi bu sözler." dedi ukalanın biri. Kalabalık toplanmaya başladı Meczup ‘un başına.
Onun sarf ettiği sözleri yüreğinden alkışlayanlar da vardı, başıyla onaylayanlar da! Durup muhakeme edenler de vardı, arada kalanlar da.
Ama herkesin ortak fikri şuydu: Meczup, Allah için güzel konuşuyordu.
Hani yaz günü ansızın bastıran yağmurlar olur ya Meczup da öyle konuşuyordu, ferahlık veriyordu herkese.
"Babasını andığı vakit gözleri dolan kadınları sevin." deyince derinden bir “ah” sesi işitildi.
Yusuf’un atıldığı kuyudan çıkan aha benziyordu, İbrahim peygamberin ateşe atıldığında çıkarmış olduğu.
Bir aşığın göğe yükselen ahıydı bu.
Bir kadın yere uzandı.
Başka alemlerin acısıyla içi lebalep doluydu kadının ve ağzından çıkan ah yürekleri yakıyordu.
Kalpten bakanlar onun ahından çıkan dumanı ve geriye kalan külleri görebilirdi ve onun gözlerine bakanlar kağıttan gemilerini hazırlayabilirlerdi.
Siz hiç gözyaşı denizinde kağıttan gemiler yüzdürdünüz mü?
"Ne mutlu o babaya ki böylesine hayırlı bir kız bırakmış ardından." dedi güngörmüş biri.
"Babasının kızı…" dedi onu tanıyanlardan birisi.
"En kutsal gözyaşıdır kızın gözlerinden dökülenler çünkü safi bir aşkın, sevginin tezahürüdür gözyaşları."
Meczup, o kadar yerli yerinde misaller veriyordu ki orada olanlar her cümlede kendilerinden bir şeyler görüyor ve yüreklerine kadar hissediyordu.
Manevi bir hava sarmıştı orayı baştan sona kadar.
Herkes dünyevi şeylerden uzaklaşmış manevi alemin Meczup ‘un eliyle onlara sunmuş olduğu yemişlerden ve içeceklerden alıyordu.
Ruhları haz içindeydi ve oradakiler ruh açlıklarını Mecnun’un doyurucu sözleriyle itmam ediyorlardı.
Hiç bu kadar mutlu olmamıştılar.
Ancak rabbin huzurunda bu kadar huşu içinde kalabilirlerdi.
Bu kadar içtenliğe düşmemişlerdi o ana kadar. Meczup: “Son bir cümlem daha var.
Onu söyleyip gideceğim bu ellerden.
Peşimden gelmeyin sakın, aramayın da beni! Mevlana da Şems’in peşinden koştu Şam’a kadar ama nafileydi bu koşu!
O da biliyordu bunu ama Şems’in geçmiş olabileceği yollar ve bulunmuş olabileceği yerler de Mevlana’ya zevk veriyordu.
Bunu kalbinin derinliklerinde hissediyordu.
Çok sıkıldığınızda kalbinize dönün, ruhunuzun nefessiz kaldığını hissettiğiniz anda gözleri yaşlı bir kadına bakın ve görün onun ruhundaki uçurumları da ağlayın halinize hep birlikte.”
Herkes pürdikkat kesildi ve Meczup ‘un söyleyeceği son sözü bekledi.
"Siz siz olun, en sevdiğinden, babasından, kalan bir kol saatini ömrünün hazinesi sayan kadınları çok ama çok sevin! dedi.
Herkes sustu. Kimi babadan yadigar kalan kol saatine baktı içli içli, kimi bir tütün tabakasına, kimi de bir tespihe.
Meczup doğruldu ve güneşin battığı yöne doğru yürümeye başladı.
Ardından bakanlar güneşin mi, Meczup’un mu battığını anlayamadı.
Zaten az sonra güneş de Meczup da kayboldu.