Varlıklı, muhafazakâr bir ailenin tek erkek çocuğu idi, aile üstüne titriyor, bir dediğini iki etmiyordu, çok zeki bir çocuktu, okulda başarılı, sosyal hayatta çok aktifti, insan ilişkileri herkesi kıskandırıyor, arkadaşları tarafından bir idol olarak görülüyordu.
O yumuşak, sevgi dolu, merhametli kalbinin yönlendirmesi ile tasavvufa merak sardı, Arabi, Yunus, Geylani okuyarak, zikir halkalarına katıldı O büyüleyici Dünyanın bir parçası oldu.
Mutluydu, kendini büyüleyici bir dünyanın cazibesine kaptırmış, dünyası cennet olmuştu.
Ya rüya ise, ya rüya ise diye fısıldadı kendi kendine, hayır rüya değildi, yaşıyordu, mutluydu, güçlüydü, gururluydu Ömer.
Paylaşmanın ne demek olduğunu öğrenmişti dergâhta çorba içerken, sevgiyi, hoş görüyü, dayanışmayı, yardımı, fedakarlığı öğrenmişti şeyhinin sohbetlerinde, sadece öğrenmekle kalmamış, her an, her dakika, her gün yaşıyordu bu insanı insan yapan duyguları.
Yetmedi, yetmiyordu bu mutluluk, paylaşmak istedi, herkes yaşamalıydı, yaşamalıydı Ülke, Dünya bu ilahi erdemi, bu ilahi ahlakı.
Adeta benliği yok olmuştu, hiçim diyordu, hiçlik içinde mutlu oluyordu.
Artmaya başladı, çoğalıyordu hiçlik, hiçlik içinde hiç olanlar, her hiç oluş yeni bir dost kazanıyordu, yeni bir yol arkadaşı, yeni bir hayat, yeni bir Dünya demekti bu erdemli hiçlik yürüyüşü.
Büyüdü O büyülü Dünya, artık küçük zikir halkaları yerini büyük gösterilere, mitinglere bırakmıştı.
O mütevazı dergahlar yerini görkemli parti binalarına, saraylara bırakmıştı, Devlet olunmuştu hiçlik, muktedir idi hiç.
Büyüdükçe küçülmeyi, güçlenince zayıflamayı öğretiyordu Ömer’e aldığı O ahlak dersleri.
Yaşamaya başlamıştı Ömer, O anlamadığı dersleri, nasıl büyüyünce küçülür, nasıl güçlenince zayıflar insan diye çok düşünmüştü O mütevazı dergâhta.
Demek yaşanarak öğreniliyormuş diye içinden geçirdi Ömer.
Yaşıyordu çevresi, arkadaşları, dostları, yoldaşları O küçülmenin hazin sonunu, hiç olurken büyüyen O güzel kalpler, büyüyerek hiç oluyordu Ömer’in gözü önünde.
Ağlamaya başladı Ömer, bir Kabustu bu, rüyam kabusa dönüştü diye inlemeye başladı Ömer.
Yok olmaya başladı O temiz kalpli gölgeler, yoktu artık O parıldayan nur yüzlü gövdeler.
Kâbus devam ediyordu, kan kardeşi Enes’e uyuşturucu tedavisi başlanmış, çocukluk aşkı Merve zengin bir eş bulup körfez ülkelerinden birine taşınmış diye duydu Ömer.
Fırat, O dergahtaki bir tas çorbanın mutlu ettiği Fırat şirket sahibi olmuş, Hasan, Ebubekir, Murat, bakan, milletvekili, genel müdür makamlarına yükselmişti.
Hiç olmak için davet ettikleri insanlara, hiç muamelesi yapıyor, tekme atıp, horlayıp, hırpalayarak hiç saymaya başlamıştı, hiçlik makamındaki Muratlar, Hasanlar, Ebubekirler muktedir hiçler.
Solmuştu O beyaz zambaklar, kurumuştu O gül yüzlü hiçler, benim diyordu O hiç benlikler, muktedirim diyordu O hiç nefisler, unutmuştu hiçliği O hiç yaşamamış gölgeler.
Muktedirin tek olduğunu, hatırlamıyordu gücün tek olduğunu, insanın hiç olduğunu, varlığın ALLAH olduğunu, O hiç var olmamış benlikler.
Ömer şeyhini hatırladı, dergâhı, O mutluluk evini, gözüne göründü şeyhi, yalnız kalmıştı, şeyhini özlemişti, gitmeliydi O ana kucağı dergâha, sığınmalıydı O nur yüzlü şeyhin gölgesine.
Gitti, dergâh kalabalıktı, umutlandı Ömer demek yeni hiçler, müritler gelmiş diye düşündü, gelenler farklıydı, lüks araçlar, korumalar dikkatini çekti Ömer’in.
Dergâhın emektarı Pir Hüsnü’yü aradı gözleri, mutfağa yöneldi, Hüsnü amca küçücük bir tencerede çorba kaynatıyordu.
Amca bu çorba kime yetecek misafir çok diyerek seslendi Pir Hüsniye, sen misin oğul gel otur dedi Pir Hüsnü amca, artık dergâhta kimse çorba içmiyor, bu çorba benim için sana da yeter, gel otur anlatayım dergâhı, dergâh artık çorba himmet etmiyor, şeyh artık dua etmiyor, gelenler iş için, ihale için himmet istiyor oğul.
Geleneler çorbaya tandır ekmeğine bağış yapmıyor, ihaleye, işe, güce himmet istiyor, çok cömert, çok zengin dervişlerimiz var artık oğul, dergâh artık onların oğul dedi ve ağlamaya başladı Pir Hüsnü amca.
Ömer irkildi, yine kâbus görüyorum diye mırıldandı, Pir Hüsnünün sesi ile kendine geldi, Oğul çorba soğuyacak iç çorbanı diyordu Hüsnü amca, ne mümkün çorba, su bile içemezdi Ömer, susadığı O dergahta Ömer.
Ayrıldı, yürümeye başladı O kızgın güneşte Ebuzer gibi, öfkeli ve incinmiş, yapayalnız, ölümü özlemiş, yok olmayı, hiç olmayı sevgiliye kavuşmayı.
Ağlamaya başladı Ömer, kızgın güneş yakmıyordu, yakmıyordu artık O kaybolan gölgelerin hazin sonu Ömer’i.
Sadece gözyaşlarının sızlatan acısını hissediyordu Ömer.
Annesini hatırladı, sığınmalıydı O sevgi ağacına, teselli bulabilirdi O sıcak kucakta.
Eve döndü, annesi namaz kılıyordu, rahatlamıştı Ömer, bekledi namazın bitmesini, özlemle bakıyordu O sıcak kucağa.
Annesi Ömer’i kucakladı, O cennet kokulu kucak sevgi ile bağrına basmış okşuyordu O nazlı ve yumuşak kalbi.
Ömer Anne ben öldüm, Anne ben ölüm sonrasını yaşadım diye ağlamaya başladı, rüyam öldü, umutlarım öldü, ben öldüm anne.
Ölen Ömer değildi, ölen rüyasıydı Ömer’in, kabusa dönüşen rüyası, arkadaşları, ütopyası.
Anne biliyordu en güzel nasihatin ilahi nasihat olduğunu, Okumaya başladı, Karun kıssasını okuyordu anne.
Karun Musa’ya, sana peygamberlik, Harun’a ilim verildi, bana da güç, iktidar ve servet verilsin ki daha çok ibadet edeyim dedi, verildi Karun’a istedikleri, taşıyamadı emaneti Karun, şımardı, önce önüne içi boş bir ceset kondu Karun’un yine anlamadı, O içi boş cesedin kendi olduğunu, şımarıklığı devam etti Karun’un, muktedir benim demeye devam etti Karun, O ihtişamlı sarayı, O serveti başına yıkıldı Karun’un.
Ömer anlamıştı nasihati, anlamıştı O kâbusu, kâbusu yaşatan O gölgeleri, yok olan, yıkılıp yiten O Karun kopyası arkadaşlarının hazin sonunu.
Anlamıştı Ömer tek Mürşidin Kuran olduğunu, muktedirin, güç sahibinin yalnızca ALLAH olduğunu, insanın muktedir olamayacağını gücü taşıyamayacağını, yaşadığı Kâbus güzel bir rüyaya dönüştü aniden, cehenneme dönen dünyası Cennete döndü Ömer’in, bulmuştu mürşidini, sığınmıştı yuvasına, sarıldı annesine, ağlamaya başladı, artık yakmıyordu O gözyaşları Ömer’i, sevinç ve mutluluk gözyaşlarına boğuldu Ömer Ana kucağında.