Doğumu 1842, vefatı 1918. Bazılarına göre Kızıl Sultan ancak tüm İslam coğrafyasında ve ülkemizde, ülkemizin insanlarının kahir ekseriyetinde cennet mekan Abdülhamid Han’a bir göz atalım. Gerçekten Kızıl Sultan mı yoksa cennet mekan mı olduğunu gerçek tarihe bir göz atarak değerlendirelim.

Önceleri muhalif cephede yer alan Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI (1869-1949)’nın 2 kıtasıyla başlayalım.

Tarihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek ey koca sultan.

Bizdik utanmadan iftira atan,

Asrın en siyasi padişahına.

Sayın okuyucularım bu zat hakkında müsteb veya menfi çok yazılar, eserler yazıldı. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihteki ehemmiyeti ve mazlum milletlerin umudu olma görevini yapamama aşamasına gelmiş ve bu en çalkantılı yıllarında 33 yıl İmparatorluğun çökmesini geciktiren büyük bir siyasi dehadır. Çünkü tarih boyunca bulundukları ülkelerde, o ülke insanları ve yöneticileri tarafından horlanan kovulan Yahudileri yaklaşık 500 yıl önce İspanya’nın giotininden kurtararak Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinde iskan edilmişlerdir. 1900’lü yılların başlarında Theodor Herzl, Emanuel Karasu  ve bazı düşünce kuruluşlarının temsilcileri Abdülhamid Han’a çeşitli vesilelerle ulaşmak ve Filistin topraklarından kendilerine bir Siyonist devlet kurulması için ısrarcı olmuşlardır. Tabi Osmanlı İmparatorluğu’nun duyun-u umumiye (umumi borçlar) borçlarının hat safhada olduğu sıkıntılı bir dönemdir. Yapılan teklifte Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklar karşılığında tüm borçlarının silinmesi taahhüt edilmektedir. Abdülhamid Han bunların tekliflerini şu cevapla reddetmiştir: “O topraklar ceddimin gelecek nesillere bir emanetidir ve bir bedelle alınmıştır. Aynı bedeli öderseniz emelinize muvaffak olabilirsiniz”.

Osmanlı sultanlarında her padişahın kendine göre bir mesleği, özelliği vardı. Abdülhamid Han da boş zamanlarında kendi sarayının bir kenarında marangozluk mesleğiyle uğraşırdı. Bu zat hakkında aşırı hassas ve evham düşüncesi taşıdığı söylenirmiş. O; bunların hepsini bildiği halde, kafasında gelişmekte olan ülkelerin teknolojilerinin ülkemizde ve İmparatorluğumuzda “nasıl yaygınlaştırırım” hassasiyeti içerisinde devletin bütün imkanlarını zorlayarak ilme, ilim adamı yetiştirmeye, Anadolu’nun birçok illerinde ismine izafeten camiler, medreseler, külliyeler kurarak ihya etmiştir. Maalesef içimizdeki yenilikçi fikir sahibi olduklarını iddia edenler, İtihat ve Terakki grubu, ki bu düşünce kuruluşu mensuplarına aradan geçen zamana rağmen millet olarak hala kırgın ve küskünüzdür, çünkü 600 yıllık koca imparatorluğun tarihten silinmesine, parçalanıp bölünmesine sebep olmuşlardır. 1909 yılında Abdülhamid Han’ı tahttan indirmeye gelen heyet içerisinde, Abdülhamid Han kendisini hiç sevmeyen Theodor Herzl, Emanuel Karasu’yu görünce, “Siz geldiniz, bunları niye getirdiniz?” diye sitem etmiştir. Kendisine samimice bağlı olan devlet adamlarının tüm ısrarlarına rağmen “Ben Ümmet-i Muhammed’i birbirine kırdırmam” diyerek kaderine razı olmuştur. Bu zatı maddede böyle iken, mana aleminde de Resulullah’a sadakatinin örneğini aşağıdaki birkaç kısa hikayeyle arz deyim.

Birincisi Merhum Mehmet Akif Ersoy’un anlatımıyladır. Merhum Akif der ki: “Sultanahmet Camii’ne ne kadar erken gidersem gideyim her gittiğimde arka sütunlardan birisinin önünde pecmurde kıyafetli bir vatandaş oturur, sessizce ağlardı. Yanına yaklaşıp sordum:

-Nedir senin sıkıntın? Yardımcı olayım.

2 defa bunu tekrar ettim ve adam:

-Evladım değil senin, bana kimsenin faydası olmaz diyerek yine ağlamaya başladı.

Birkaç gün sonra yine sabah namazı için Sultanahmet Camii’ne gittiğimde namazı kıldım çıkarken baktım o adam yine orda ağlıyor. Bu defa yanına gidip diz çökerek:

-Bana derdini söylemedikçe buradan kalkmayacağım diye ısrar edince adam:

-Peki, Ben merhum Abdülhamid Han’ın ordusunda komutandım. Ailece maddi durumumuz çok iyi olduğunda merhum babam vefat edince malımız sahipsiz kaldı ve ben de Abdülhamid Han’a istifamı yazdım. 2 defa yazıma ret cevabı alınca 3. defa istifamı yazıp elimle götürüp kendim arz edeyim dedim. Gittim. Huzur-u şahanelerine kabul buyurdular, başları önüne eğik olup hiç yüzüme bakmadan seni azlettik git dediler. Çıktım gittim malımın başına. Aradan bir müddet geçti, rüya aleminde baktım Osmanlı Orduları bölük bölük karşıdan gelip, önde Resulullah Hz. Muhammed (s.a.v.)  ve arkasında Abdülhamid Han gelen birlikleri teftiş ediyorlar. Bütün bölükler başlarında komutanları ile muntazam olarak gelip Resulullah’ın önünden geçiyorlar. Baktım karşıdan bir bölük çıkmış geliyor, başında komutan yok, bölük darmadağın ve tanıdım o benim bölüğümdü. Tam Resulullah’ın (s.a.v.) önünden geçerken bölük Efendimiz (s.a.v.) “Abdülhamid bu kimin bölüğüdür böyle?” buyurunca Abdülhamid Han mahzun bir ifadeyle “Ya Resulullah(s.a.v.) ısrarla azlini istedi bizden, biz de azlettik.” deyince Efendimiz (s.a.v.) “Senin azlettiğini biz de azlettik öyleyse.” buyurdu. Evet evladım benim derdime sen nasıl çare olacaksın?

diyerek ağlamaya devam etti.

Sayın okuyucularım bilhassa biz inanan insanların yani Müslümanların kendimize anlatabilirsek ve inanabilirsek insan hayatında madde ve maddi yaşayış kadar, mana yaşayışın da mevcut olduğunu ve ona göre kendimize çeki düzen vereceğimizi öğrenmiş oluruz. Bu zat hakkında mana alemine ait yaşanmış onlarca kıssalar vardır. Bir kıssa daha anlatıp bu zata hepinizden birer Fatiha Suresi okumanızı istemek hakkım doğar diye düşünüyorum.

Mahir İZ hocamızın “Hatıralarım” isimli eserinde okumuştum. Merhum hocamız Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarının anlattığı bir hikayeyi şöyle anlatır: “Ben bu türbedarı gördüğüm zaman yaşlı, pir-i fani bir insandı. Bu türbedar dedi ki ben Yavuz Sultan Selim Han’ın türbesinde türbedarlık yaparken sabah gelir türbeyi açar, süpürür, temizler akşam da yine temizliğini yapar kapatır giderdim. Bir gün evden çıkarken hanımım hamileydi ve dedi ki eline 2 akçe geçerse bana bir salkım üzüm getir. Olur hanım dedim. Gittim türbeyi açtım, tertemiz de süpürdüm ve Cenab-ı Hakk’a dua ettim, Rabbim hanımın istediğini alabilmem için bana 2 akçe gönder. Akşama kadar bekledim ancak kimse bir şey getirmedi. Akşamleyin türbeyi kapatırken yine süpürdüm ancak süpürürken süpürgenin sapıyla sandukaya dokundum. Dedim ki koca sultan bunca yıldır hizmetindeyim de 2 akçe gelmedi ki hanıma bir salkım üzüm götüreyim. Eve gittim ve sabah kalktım ki saraydan 2 görevli gelmiş. Dediler ki Sultanımız Abdülhamid Han seni huzur-u şahanelerine bekliyor. Birdenbire çok heyecanlandım ve korktum. Ben kim, koca sultan kim? Ben gariban bir türbedarım diye düşündüm. Ancak simamdan anlamış olacaklar ki görevliler bana korkma Sultanımızın simasında bir kızgınlık alameti yoktu dediler ve beni hemen alıp saraya götürdüler. Hiç bekletmeden Abdülhamid Han beni huzurlarına kabul buyurdular. Beni yukardan aşağı doğru süzüp türbedar söyle bakalım dün ceddimin kabrinde ne oldu diye sordu. Ben korkudan ve heyecandan şaşırmış durumda susmuş kalmıştım. Abdülhamid Han korkma türbedar olayı olduğu gibi anlat diyince başladım anlatmaya. Sultanım benim hanımım hamiledir, evden çıkarken benden üzüm istedi fakat akşama kadar bekledim, 2 akçe para gelmeyince ben de süpürgenin sapıyla sandukaya dokunup koca sultan 2 akçe gelmedi ki hanımıma üzüm götüreyim diyerek türbeyi kapattım ve evime gittim diyerek olayı anlattım. Abdülhamid Han’ın simasında hem mahzun hem de kızgınlık hissettim. Abdülhamid Han bana: Ya türbedar, yaptığını beğendin mi? Bu gece ceddimiz gelip kulağımı çekti diyerek bana 1 kese altın ihsan etti ve dedi ki türbedar bir sıkıntın olursa bilgimiz olsun.”

Sayın okuyucularım yazıma 2. Bir kıtayla son veriyorum:

Divane sen değil meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz,

Sade deli değil edepsizmişiz,

Tükürdük atalar kıblegahına.

Mekanı cennet, makamı ali olsun.Doğumu 1842, vefatı 1918. Bazılarına göre Kızıl Sultan ancak tüm İslam coğrafyasında ve ülkemizde, ülkemizin insanlarının kahir ekseriyetinde cennet mekan Abdülhamid Han’a bir göz atalım. Gerçekten Kızıl Sultan mı yoksa cennet mekan mı olduğunu gerçek tarihe bir göz atarak değerlendirelim.

Önceleri muhalif cephede yer alan Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI (1869-1949)’nın 2 kıtasıyla başlayalım.

Tarihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek ey koca sultan.

 Bizdik utanmadan iftira atan,

                                           Asrın en siyasi padişahına.

Sayın okuyucularım bu zat hakkında müsteb veya menfi çok yazılar, eserler yazıldı. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihteki ehemmiyeti ve mazlum milletlerin umudu olma görevini yapamama aşamasına gelmiş ve bu en çalkantılı yıllarında 33 yıl İmparatorluğun çökmesini geciktiren büyük bir siyasi dehadır. Çünkü tarih boyunca bulundukları ülkelerde, o ülke insanları ve yöneticileri tarafından horlanan kovulan Yahudileri yaklaşık 500 yıl önce İspanya’nın giotininden kurtararak Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinde iskan edilmişlerdir. 1900’lü yılların başlarında Theodor Herzl, Emanuel Karasu  ve bazı düşünce kuruluşlarının temsilcileri Abdülhamid Han’a çeşitli vesilelerle ulaşmak ve Filistin topraklarından kendilerine bir Siyonist devlet kurulması için ısrarcı olmuşlardır. Tabi Osmanlı İmparatorluğu’nun duyun-u umumiye (umumi borçlar) borçlarının hat safhada olduğu sıkıntılı bir dönemdir. Yapılan teklifte Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklar karşılığında tüm borçlarının silinmesi taahhüt edilmektedir. Abdülhamid Han bunların tekliflerini şu cevapla reddetmiştir: “O topraklar ceddimin gelecek nesillere bir emanetidir ve bir bedelle alınmıştır. Aynı bedeli öderseniz emelinize muvaffak olabilirsiniz”.

Osmanlı sultanlarında her padişahın kendine göre bir mesleği, özelliği vardı. Abdülhamid Han da boş zamanlarında kendi sarayının bir kenarında marangozluk mesleğiyle uğraşırdı. Bu zat hakkında aşırı hassas ve evham düşüncesi taşıdığı söylenirmiş. O; bunların hepsini bildiği halde, kafasında gelişmekte olan ülkelerin teknolojilerinin ülkemizde ve İmparatorluğumuzda “nasıl yaygınlaştırırım” hassasiyeti içerisinde devletin bütün imkanlarını zorlayarak ilme, ilim adamı yetiştirmeye, Anadolu’nun birçok illerinde ismine izafeten camiler, medreseler, külliyeler kurarak ihya etmiştir. Maalesef içimizdeki yenilikçi fikir sahibi olduklarını iddia edenler, İtihat ve Terakki grubu, ki bu düşünce kuruluşu mensuplarına aradan geçen zamana rağmen millet olarak hala kırgın ve küskünüzdür, çünkü 600 yıllık koca imparatorluğun tarihten silinmesine, parçalanıp bölünmesine sebep olmuşlardır. 1909 yılında Abdülhamid Han’ı tahttan indirmeye gelen heyet içerisinde, Abdülhamid Han kendisini hiç sevmeyen Theodor Herzl, Emanuel Karasu’yu görünce, “Siz geldiniz, bunları niye getirdiniz?” diye sitem etmiştir. Kendisine samimice bağlı olan devlet adamlarının tüm ısrarlarına rağmen “Ben Ümmet-i Muhammed’i birbirine kırdırmam” diyerek kaderine razı olmuştur. Bu zatı maddede böyle iken, mana aleminde de Resulullah’a sadakatinin örneğini aşağıdaki birkaç kısa hikayeyle arz deyim.

Birincisi Merhum Mehmet Akif Ersoy’un anlatımıyladır. Merhum Akif der ki: “Sultanahmet Camii’ne ne kadar erken gidersem gideyim her gittiğimde arka sütunlardan birisinin önünde pecmurde kıyafetli bir vatandaş oturur, sessizce ağlardı. Yanına yaklaşıp sordum:

-Nedir senin sıkıntın? Yardımcı olayım.

2 defa bunu tekrar ettim ve adam:

-Evladım değil senin, bana kimsenin faydası olmaz diyerek yine ağlamaya başladı.

Birkaç gün sonra yine sabah namazı için Sultanahmet Camii’ne gittiğimde namazı kıldım çıkarken baktım o adam yine orda ağlıyor. Bu defa yanına gidip diz çökerek:

-Bana derdini söylemedikçe buradan kalkmayacağım diye ısrar edince adam:

-Peki, Ben merhum Abdülhamid Han’ın ordusunda komutandım. Ailece maddi durumumuz çok iyi olduğunda merhum babam vefat edince malımız sahipsiz kaldı ve ben de Abdülhamid Han’a istifamı yazdım. 2 defa yazıma ret cevabı alınca 3. defa istifamı yazıp elimle götürüp kendim arz edeyim dedim. Gittim. Huzur-u şahanelerine kabul buyurdular, başları önüne eğik olup hiç yüzüme bakmadan seni azlettik git dediler. Çıktım gittim malımın başına. Aradan bir müddet geçti, rüya aleminde baktım Osmanlı Orduları bölük bölük karşıdan gelip, önde Resulullah Hz. Muhammed (s.a.v.)  ve arkasında Abdülhamid Han gelen birlikleri teftiş ediyorlar. Bütün bölükler başlarında komutanları ile muntazam olarak gelip Resulullah’ın önünden geçiyorlar. Baktım karşıdan bir bölük çıkmış geliyor, başında komutan yok, bölük darmadağın ve tanıdım o benim bölüğümdü. Tam Resulullah’ın (s.a.v.) önünden geçerken bölük Efendimiz (s.a.v.) “Abdülhamid bu kimin bölüğüdür böyle?” buyurunca Abdülhamid Han mahzun bir ifadeyle “Ya Resulullah(s.a.v.) ısrarla azlini istedi bizden, biz de azlettik.” deyince Efendimiz (s.a.v.) “Senin azlettiğini biz de azlettik öyleyse.” buyurdu. Evet evladım benim derdime sen nasıl çare olacaksın?

diyerek ağlamaya devam etti.

Sayın okuyucularım bilhassa biz inanan insanların yani Müslümanların kendimize anlatabilirsek ve inanabilirsek insan hayatında madde ve maddi yaşayış kadar, mana yaşayışın da mevcut olduğunu ve ona göre kendimize çeki düzen vereceğimizi öğrenmiş oluruz. Bu zat hakkında mana alemine ait yaşanmış onlarca kıssalar vardır. Bir kıssa daha anlatıp bu zata hepinizden birer Fatiha Suresi okumanızı istemek hakkım doğar diye düşünüyorum.

Mahir İZ hocamızın “Hatıralarım” isimli eserinde okumuştum. Merhum hocamız Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarının anlattığı bir hikayeyi şöyle anlatır: “Ben bu türbedarı gördüğüm zaman yaşlı, pir-i fani bir insandı. Bu türbedar dedi ki ben Yavuz Sultan Selim Han’ın türbesinde türbedarlık yaparken sabah gelir türbeyi açar, süpürür, temizler akşam da yine temizliğini yapar kapatır giderdim. Bir gün evden çıkarken hanımım hamileydi ve dedi ki eline 2 akçe geçerse bana bir salkım üzüm getir. Olur hanım dedim. Gittim türbeyi açtım, tertemiz de süpürdüm ve Cenab-ı Hakk’a dua ettim, Rabbim hanımın istediğini alabilmem için bana 2 akçe gönder. Akşama kadar bekledim ancak kimse bir şey getirmedi. Akşamleyin türbeyi kapatırken yine süpürdüm ancak süpürürken süpürgenin sapıyla sandukaya dokundum. Dedim ki koca sultan bunca yıldır hizmetindeyim de 2 akçe gelmedi ki hanıma bir salkım üzüm götüreyim. Eve gittim ve sabah kalktım ki saraydan 2 görevli gelmiş. Dediler ki Sultanımız Abdülhamid Han seni huzur-u şahanelerine bekliyor. Birdenbire çok heyecanlandım ve korktum. Ben kim, koca sultan kim? Ben gariban bir türbedarım diye düşündüm. Ancak simamdan anlamış olacaklar ki görevliler bana korkma Sultanımızın simasında bir kızgınlık alameti yoktu dediler ve beni hemen alıp saraya götürdüler. Hiç bekletmeden Abdülhamid Han beni huzurlarına kabul buyurdular. Beni yukardan aşağı doğru süzüp türbedar söyle bakalım dün ceddimin kabrinde ne oldu diye sordu. Ben korkudan ve heyecandan şaşırmış durumda susmuş kalmıştım. Abdülhamid Han korkma türbedar olayı olduğu gibi anlat diyince başladım anlatmaya. Sultanım benim hanımım hamiledir, evden çıkarken benden üzüm istedi fakat akşama kadar bekledim, 2 akçe para gelmeyince ben de süpürgenin sapıyla sandukaya dokunup koca sultan 2 akçe gelmedi ki hanımıma üzüm götüreyim diyerek türbeyi kapattım ve evime gittim diyerek olayı anlattım. Abdülhamid Han’ın simasında hem mahzun hem de kızgınlık hissettim. Abdülhamid Han bana: Ya türbedar, yaptığını beğendin mi? Bu gece ceddimiz gelip kulağımı çekti diyerek bana 1 kese altın ihsan etti ve dedi ki türbedar bir sıkıntın olursa bilgimiz olsun.”

Sayın okuyucularım yazıma 2. Bir kıtayla son veriyorum:

Divane sen değil meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz,

Sade deli değil edepsizmişiz,

Tükürdük atalar kıblegahına.

Mekanı cennet, makamı ali olsun.

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol