Gerçi yoktur şairin ölüm yılı varsa eseri. Fikri alakadar etmeyebilir sizleri, katılmayabilirsiniz yaptıklarına ama mutlaka yüreğinize isabet etmiştir dizeleri.
Ve unutmayın Türkçe yazmıştır.
Sağcının solcuyu, solcunun sağcıyı; Kürt’ün Türk’ü, Türk’ün Kürt’ü; Alevi’nin Sünni’yi, Sünni’nin Alevi’yi kabul etmediği, benimsemediği ve anlamadığı bir ülkede herkesi sevgiyle ve saygıyla kalben selamlıyorum.
“Aynı daldaydık / Aynı daldaydık / Aynı daldan düştük ayrıldık / Aramızda yüzyıllık zaman / Yol yüzyıllık.”
Sahi şairler, yazarlar sanatkârlar ölür mü?
Doğumları tamam ölümleri tamam değil; milletin ortak hafızasında en değerli hazine gibi saklı kalacaklardır.
Aynı dalda duran yürekler ayrılmamalı, kırılmamalı kopmamalı birbirinden.
“şu kâinat denen nesnenin içinde / en çok sevdiğim yürek / üzerine en çok titrediğim insan kalbi / senin göğsünün içine takılı olandır” daha ne denir sevgiliye, bundan ötesi var mı?
Bunu duvarının başköşesine asmayacak, kapak fotoğrafına iliştirmeyecek sevdiğine fısıldamayacak az insan vardır.
“Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!”
İnsanın insana kulluğunu isteyen var mı?
Tek ve hür olmaktan imtina eden var mı?
Birlikte kardeşçesine yaşamayı arzu etmeyen var mı?
‘Bu memleket bizim’ demeyen var mı?
Nazım, Bursa Cezaevi’nde hapistir.
Koğuş arkadaşlarını okumaya yazmaya yönlendiren Nazım, aynı zamanda cezaevi yönetimine de yardım etmektedir.
Cezaevinin denetimine Adalet Bakanlığından bir müfettiş gelir.
Birkaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre: “Nazım da buradaymış, çağır da görelim, nasıl birisidir?” der.
Nazım’ı odaya getirirler.
Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş, Nazım’ı tepeden tırnağa süzer ve; demek Nazım sizsiniz, der.
Nazım’a oturması için yer göstermez, kısa bir konuşma sonrası “Gidebilirsiniz!” der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe: “Ömer Hayyam adını duydunuz mu?” diye sorar.
Müfettiş hemen atılır: “Kim duymaz Hayyam’ı?” Nazım, “Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi?” diye sorar.
Müfettiş şaşırır, Nazım, devam eder: “Görüyorsunuz Hayyam’ı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız.
Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin adalet bakanını ve sizi kimse anımsamayacak!” der çıkar.
Müfettiş yaptığı yanlışı anlar.
Nazım’ı geri çağırır ama Nazım koğuşun yolunu tutmuştur.
Sahi siz hatırladınız mı dönemin adalet bakanını ya da o müfettişi?
“hiçbir korkuya benzemez / halkını satanın korkusu” demişti ya Nazım, işte aklıma takıldı ona vatan haini yaftasını takanların hangi psikolojide olduğu! “Kuvayı Milliye Destanı, Memleketim” kafi delildir bu ülkeyi ve insanını sevdiğine dair.
Bir gün Moskova’da bir panele katılmak için uçakla havalanır.
Arkadaşlarıyla sohbet ederken bir aksilik nedeniyle uçağın rotasının değiştiğini ve Türkiye üzerinden geçileceği anonsu işitilir.
Uçak, Türkiye üzerinden geçmektedir o an.
Nazım bir an dalar, dostları hüzünlü hüzünlü ona bakar.
Nazım’ın dudaklarından şu sözler dökülür hasretle: “Keşke uçak şu an düşse!” diye.
Siz canınızı verircesine sevebilir misiniz ülkenizi?
Görebilmek için insanını bir kez, içebilmek için suyunu, yiyebilmek için yemişlerini ve çiçeklerini koklayabilmek, çocuklarını sevebilmek için mümkünü var mı size?
“sen esirliğim ve hürriyetimsin / çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin / sen memleketimsin.”
Güzel memleketim, ne de düşman yapmışız birbirimizi; fırkalara ayırıp, ırklara ve mezheplere bölüp…
Takım tutar gibi insan tutmuşuz, sen siyahsın sen beyazsın diye fikrinden dolayı insanları ayırmışız, mimlemiş bizim gibi düşünmeyeni, horlamışız, dışlamışız ve yazık etmişiz ülkemize.
“sorma bana ne kadar seviyorsun diye / tavanı kadar sokağın / dibi kadar cehennemin” ne kadar güzel geliyor insana yazdıkları, ne kadar da yüreğinde var olanı tamamen dökebiliyor kâğıda! Sahi siz sokağın tavanı kadar sevdiniz mi birisini, ya da cehennemin dibi kadar!
Daha ne denir sevme üstüne, şair bizlere söz bırakmamış diyecek.
“Ya hayrandır sana ya düşman / Ya hiç yokmuş gibi unutulursun / Ya da bir dakika bile çıkmazsın akıldan” Daha ne diyecekti, ne yazacaktı ve nasıl haykıracaktı bizlere! Herkes sesleniyor onun dizeleriyle birbirine, yazışıyor, konuşuyor.
Şairler ölmez ve her okunduğunda şiirleri yeniden doğarlar diyorum.
Onlar surette birler ama halkın kalbinde milyondurlar.
“Şehrime gel sevgili / Yarın çık gel / Bırak her şeyi, bir bekleyenim var de gel / Gel ki bu şehir adımlarınla anlamlansın / Gel ki bu şehir nefretim olmaktan çıksın / Gel ki nefes alayım / Gel.” İyi ki doğmuş ve yaşamış diyebileceğimiz şairlerimiz varsa o zaman biraz daha rahat olmamız ve yarına umutla bakmamız gerek diye düşünüyorum.