Mevlana, Şems'le buldu kendini.
Mevlana'yı ateşleyip gönül dünyasının güneşi eyleyendir Şems.
Mesele Şems olabilmek ve o kalp çırasını yakabilmektir.
Hamlıktan pişmişliğe, pişmişlikten yanmışlığa giden yolda marifet Şems olabilmektir.
Şems olabilmek dünyanın bütün karanlıklarına güneş olabilmektir; hakeza aşka, sevdaya, hüzne, açlığa tokluğa, varlığa yokluğa...
Mevlana, Şems'i arayandır.
Mecnun'un Leyla'da aradığı Leyla'nın kendisi değildi.
Yusuf'un Züleyha' da aradığı da Züleyha'nın kendisi değildi.
Bulanlar aramıştı.
Kâh deryada Yunus kâh sahrada Kays kâh kuyuda Yusuf kâh ateşten denizde Hüsn olarak!
Neticede o ummanın bir damlası olmak üzere aşkı talep etmişler.
Hicaz'a hacca gitmişler, ebabil olup Ebrehelere taş atmışlar, yangına gagasıyla su taşıyan serçe olmuşlar ve Fuzuli'nin ifadesiyle avare bir su olup başını taştan taşa vurmuşlardır sırf peygamber efendimizin toprağına vasıl olmak için.
Aşk öyle hercümerc edebileceğimiz, tarumar eyleyip harcayabileceğimiz bir kavram değildir
. Sedefin içine inciyi koyan mutlak güzel insanın içine de aşkı koymuştur.
Kiminin kabuğu çok ince ve hassastır, kimin son derece kalın ve serttir.
Ulaşabilene aşk olsun, sebep olabilene.
"Ben aşk dedim Siz et kemik anladınız.
Ben dost dedim Siz post anladınız.
Ben Şems dedim Siz, kaş göz anladınız.
Beni bir tek Şems anladı.
Onu da hep yanlış anladınız."
Sen gecenin karanlığına posta koyarken, yıldızlar hazırkıta selamlarken seni, ay hicabından bulutların ardından yarım yamalak bakarken sana, insanlar çekilmişken sokaktan inzivaya ve el ayak çekilmişken caddelerden, sana kim seslenecek ey beniadem?
Sana kim seslenecek adınla?
Seni yaratan rabbinin adıyla başla her şeye: ilk adım, ilk kelime, ilke nefes, ilk ses, ilk ders bu! Işıkların aydınlattığı insanlar kadar insanların da nuruyla karanlık eylediği ışıklar vardır
. Aydın elektriğe dost nura düşmandır, Cemil Meriç ifadesiyle.
Sen karanlığın saten örtüsüne imza atan, kafandaki soruların cevabı karanlığın en dibinde yatıyor çünkü güneş orada saklı!
Sen; Adem ve Havva'dan olma, etle kemikten müteşekkil ve üzerine Mevlanaca onca “Yek katre-i hunest ve hezar endişe” yani “Bir damla kan ve bin endişe." yüklenmiş olan acize!
Geceye şiirler dizmek icap ederken bir karede şiiri resmeden ve şiirin sadece kelimelerle değil çizimlerle ve karelerle de ortaya konabileceğini gösteren şu naçizane enstantane insanı fikirlere gark ediyor.
Siz ummanı sadece su kütlesi olarak mı anlıyorsunuz?
Düşünce okyanusları da vardır insan içine düşünce anlıyor.
Siz dağları sadece taş kaya kütlesi olarak mı görüyorsunuz?
İnsanların aklında ve gönlünde ne dağlar vardır?
Dağ dağ olup da ne yanan kalpler vardır?
Şimdi şiir, gecenin karanlığında olduğun tam bu yerde desem mübalağa etmiş sayılmam.
Bazı kareler zamanın donduğu ve çerçevelendiği şekilde durur insanın karşısında.
Karanlık, ışık ve bir adam...
Gerisi karışık...
Yalnızlık diyecekler içindeki aşka!
Oysa sen zamanın her saniyesini tespihin taşları gibi çekeceksin sabırla.
Dilinde Allah'ın adı, kalbinde Allah'ın aşkı ve fikrinde Allah'ın emirleri...
Voltanı atacaksın Allah diyeceksin, zikrini yapacaksın Allah diyeceksin.
Allah de bes!
Ey geceyi boydan boya ak eden adam! Karanlık bütün tonlarıyla gelse ne yazar!
Zifiri karanlığın içinde ufacık bir ışık dahi kendisini belli eder ve karanlığın sultasını yerle bir eder.
Taraf olmanın vaktidir:
Ya karanlıkların karşısında aydınlık olacaksınız her şeyinizle ya da aydınlığın karşısında simsiyah olacaksınız bütün kasvetinizle.
Seçim senindir.
Hiçlik makamının ezeli teranesi dudağında...
Yâr gelse ne gelmese ne?
Dost bilse ne bilmese ne?
Mutlak olan o gerisi sadece hikaye.