Babalık, cismani bir arzu sonucunda elde edilen bir kazanım değildir, hele bir statü hiç değildir.
Babalık her anlamda zor bir iş ve bir o kadar da ağır bir sorumluluktur.
Baba, evin en öksüzüdür, hatta en yalnızı, en kimsesizidir.
Dayanacağı kimsesi yoktur aslında.
O hep yalnızı oynar kendi içinde.
Ketumdur, ser verir, sır vermez.
Sıkıntılarını, sorunlarını dile getirip ailesini üzmek, onların kafalarındaki “baba” imajına zarar vermek istemez.
Bunun için de çoğu zaman susmayı tercih eder.
Kan kussa da, kızılcık şerbeti içtim, der.
Çünkü o, başkalarının gözünde bir kahramandır ve hep öyle kalmak ister.
Aksi halde etraftan dışlanır, hor görülür, değer verilmez, hatta bazen kendi öz ailesi tarafından bile…
Oysa ki, evin en yalnızı, en garibanıdır o aslında...
Bu yüzden de en son babalar duyar.
Bazen ne yapsa yaranamaz kimseye.
Tam olarak anlaşılamaz.
Tartışmaların odağında hep o vardır.
Çocuklarıyla yakınlaşmak istemesi bile, birtakım baskılara takılır.
Ataerkil toplum kurallarının etkin olduğu utanç duygusu ve sosyal baskı buna mani olur.
Ne sevgisini tam olarak gösterebilir ne de sevilmek istediğini…
önlünce ağlayamaz bile.
Babalık vasfının kazanımları buna engel olur çünkü.
Gözden düşme, kafalardaki “baba” imajının sekteye uğramasını göze alamadığı için, üzüntüsünü de kendi içinde yaşar ve gözyaşlarını hep içine akıtır.
Babalar ağlamaz, lafı aslında koca bir yalandan ibarettir ama bu yalanı deşifre edecek ne gücü vardır ne de serde erkekliği esnetecek mantığı…
Bir köşede herkesten uzak, sessizce ağlar.
Üzüntüsünü de sevincini de kendi içinde yaşar olabildiğince…
Aç olsa da, ailesinin karnını doyurmak için hep tok rolünü oynar.
Kendi karnını doyurmak hiçbir zaman önceliği olmaz.
Buna rağmen çoğu zaman yeterince anlaşılamaz.
Evin geçimini temin etmede öncelik babanındır, hem de şartlar ne kadar ağır olursa olsun.
Bundan gocunmaz.
İstediği çok şey değildir aslında.
Ama buna rağmen bazen sert tartışmalara malzeme konusu edilir.
“Baba değil misin, getireceksin elbet” çıkışı, yüreğinde kurşunun açtığı yaradan daha çok acı verir...
Dışarıda onca kötülük ve güçlüklerle bir başına uğraşırken, eve gelip sığınacak bir liman arar kendine.
Ne yazık ki, çoğu zaman bulamaz.
Eşinin kaprislerini çekmek, çocuklarının sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalır.
Yine de isyan etmez.
Batan gemiyi en son o terk etse de, gerçekte ilk feda edilecek kişi de yine o olur.
Bu fedakarlığı marifet olsun diye değil, zorunda olduğu için yapar.
Çünkü ailesi onun için her şeyden önde gelir.
Bu gerçeği bile, başta eşi olmak üzere, çocuklarına layıkıyla anlatamaz.
Sinirli ve gergin olmasına rağmen, aslında yapıcıdır.
Ama çoğu aile bu yapıcılığı ortaya çıkarmak yerine, suçlama ve tepki göstermeyi tercih ettikleri için, bu iyi niyeti de göremez.
Ailesine iyi bir gelecek hazırlamak için kendini hep feda eden taraf olur.
Eşine, kızına, oğluna kızsa da, için için kendini yer.
Hatta bazen onlar uyurken yataklarının başında dakikalarca pişmanlık krizleri geçirir.
Dolan gözyaşlarına sığdırdığı anılarla kahrolur.
Akan her damla yaş, yüreğinde telafisi güç yaralar açar.
Ağzından sinirle çıkan sözcüklerin pişmanlığını kendi içinde yaşar.
Bunları, gerçekte söylemek istemediğini kimseye anlatamaz.
Bazen ne yapsa yüzüne gözüne bulaştırır.
Duygularıyla mantığı arasındaki mücadeleyi hep kaybeden taraf olur.
Çünkü o bir babadır ve babalıkta duygular hep ikinci plandadır…
İşte bu kadar önemlidir babalık.
Bu sebeple de herkes baba olamaz.
Onların değeri ancak hayatınızdan tamamen çıkıp gittiği zaman anlaşılır.
Ve bu, en acı olanıdır.
Cemal Süreyya: "Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum" der.
Babalık vasfını layıkıyla yerine getiren tüm babalara selam olsun...