Ülkemdeki sözde sanatçıları görünce özde sanatçılara daha bir hayran oluyor ve onların ortaya koyduğu eserlere daha bir sarılıyorum. Halkla dalga geçen ve güya yoklukla mücadele eden "simitsever" sanatçılara karşı Küfe şiirinde hakikati ve samimiyeti ortaya koyarak hakkın ve halkın yanında olan Akif...
Bugün Milli Şairimiz Akif'in ölüm yıldönümü, onu rahmetle anıyorum.
Geleceği karanlık görüp her şeyden elini eteğini çekmek kadar zelil bir hâl gelmemiştir hiçbir vatan evladının başına lakin ati karanlıktır bugün, maziyse yok hükmündedir.
Ey Akif, neden sana bunca reva görülen, edilen ve yapılanlar? Aklım bana küstü, idrak edemiyorum maalesef!
Yokluk çekti ve yokluk içinde ebediyete intikal etti. Bu yokluk hayatı çocuklarına da miras kaldı. Doğum ve ölüm tarihleri arasındaki kısa çizgi ne de sürgün ne de yoksul ne de dolu ne de karakterli ne de sarsılmaz bir iman ne de sağlam ve sarsılmaz bir duruşla geçti. Halini bilmeyene anlatmak, anlamayanlara saydırmak, idrak etmek istemeyenlere de haykırmak lazım.
“Ey dipdiri meyyit:
İki el bir baş içindir.
Davransana…
Ellerde senin, baş da senindir.”
Yaşayan ölüleriz, Akif o günden görmüş.
Bugün el de bizim değil, baş da.
Tembeliz hasetten, fukarayız fikren.
Bir gözümüz Batı, bir gözümüz Doğu…
Beynimizin yarısı hüzünle kaplı, diğer yarısı keyifle.
Dilimiz bize ait olana habisli bir ur gibi yaklaşırken bize ait olmayana bal kaymak gibi yaklaşıyor.
Dışı alabildiğine cafcaflı olan para ediyor, içi cafcaflı olan baştan kaybediyor.
Özür diliyorum senden Ey İstiklal Marşı Şairi AKİF! Anlayamadığım, haykıramadığım için; sana reva görülenler ve kadrini kıymetini musallada dahi bilmeyenler için.
Evladı ayaline yapılanlar için…
İki sarı yaprak kâğıdıyla yazdığı marş.
Yokluk ve imkânsızlıktan iki sarı yaprak kâğıt…
Birini karalama kâğıdı olarak kullanırken diğerini İstiklal Marşı’nın son halini yazacağı ve meclise sunacağı kâğıt olarak saklıyordu! Kâğıdı ve kalemi tükendiğinde çakıyla duvara yazacaktı aklına gelen mısraları.
Ölüm tarihi 1936…
Bir garip ölmüş diyeler, mezar taşına dahi yıl düşmeyeler.
Oysa bu toprağın insanı kadirşinastır, kıymet bilirdir. Herkes doğumundan başlar Akif'i anlatmaya biz ölümünden başlayalım.
“27 Aralık 1936 gününün akşamı vefat eder. Cenazesi Beyazıt Camiine getirilir.
Vefat haberi karşısında resmî kurum ve kuruluşlar, en ufak bir girişimde bulunmaz.
O zamanlar Hukuk Fakültesinde öğrenci olan Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’in yanı sıra, Mithat Cemal Kuntay ve merhum edebiyat profesörü Abdülkadir Karahan gibi bazı öğrenciler, Akif’in cenazesinin Beyazıt Camiine getirileceğini haber alır ve cami avlusunda beklemeye başlarlar.
Namaz vakti yaklaşmasına rağmen herhangi bir hareketlilik göremezler.
Bir süre sonra caminin dışındaki lokantanın önüne bir cenaze arabası yanaşır.
İki kişi, üstünde örtü bile olmayan bir tabutu indirmeye çalışırlar.
Cami avlusunda Akif’in cenazesini bekleyen o birkaç üniversite öğrencisi, tabutun fakir ve örtüsüz hâline acıyıp yardım etmek isterler.
Cenazenin yanına yaklaşınca örtüsüz ve kimsesiz tabutun Mehmet Akif Ersoy’a ait olduğunu öğrenir ve ağlamaya başlarlar.
İçlerinden birisi koşa koşa lokantanın bayrağını alıp getirir ve vatan şairinin üzerine örter.
Namaz vaktine kadar olan kısa süre içinde yüzlerce üniversiteli vatanperver öğrenci, Akif’in cenazesinde buluşur.
Cenaze, musalla taşında beklerken üzeri ay yıldızlı bayraklarla süslenir.
Cenaze merasiminde bir tek resmî kişi ve kuruluş yer almaz.
İstiklal Marşı şairinin tabutu, üniversiteli gençlerin omuzları üzerinde Edirnekapı Şehitliğine kadar taşınır.
Akif’in cenazesi başında, gür sesleriyle İstiklâl Marşı söyleyen gençler, daha sonra tekbirlerle cenazeyi defneder.”
Burada tarihe düşülen notta, resmi zevattan Allah'ın hiçbir kulunun bulunmamasıydı.
Atılan imza, düşülen şerh, yok sayılan bir değer bugün hâlâ var lakin onun cenazesini son vazife addedip uğurlamaya gitmeyenlerden kaç tanesi biliniyor?
O, para için yazmadı İstiklal Marşı'nı. Şan ve şeref için de yapmadı bunu.
Öyle olsaydı eğer vadedilen ödülü alırdı sırtında emanet paltoyla dolaştığı günlerde ve Safahat’ına koyardı İstiklal Marşı'nı.
Yıl 1962’dir.
Gariban ve pejmürde kılıklı bir adam İstanbul’da bir köşe yazarının odasına girer ve ondan cüzi bir para yardımı ister.
Münasip bir para alır gider.
Birkaç ay sonra tek sütunluk haber yayınlanır gazetelerde, bir çöp bidonun yanında bir erkek cesedi: kimsesiz, sahipsiz ve yalnız…
Fotoğrafı vardır gazetede.
Akif’in oğludur.
"Kim bu sahipsiz ve kimsesiz ve biçare naaş! diye sordu bir ana."
"Kuran şairi Mehmet Akif ERSOY’UN oğludur." diyemedi dilim.
Başka söze ne hacet, ne ölümdür biliriz.
1982’de emekli maaşıyla geçinir bir adam.
Bu maaş yetmemektedir ona.
Sıkıntı göbek adı ve kaderidir!
Bu zor ve ağır şartlar altında hastalanır, yetmezmiş gibi sahipsiz ve bakımsız günler geçirir burada.
Masrafları fazla ve hastane faturası yüklüdür.
Bu kadar paraya bu kadar tedaviyle iyileşmeden daha küçük ve az masraflı başka bir hastaneye nakledilir ama bu hastane onun hastalığına kâfi gelemez ve emekli maaşıyla geçinen adam bir akşam ansızın ölür.
Cenazesinin bütün masraflarını Üsküdar Belediyesi karşılar.
Bu adam Akif’in oğlu Tarık ERSOY’DUR. "Kim bu fakir cenaze ki belediye defnediyor?" diye sordu yaşlı bir amca. " İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif ERSOY’UN oğludur!" diyemedi yüreğim.
1991 yılında Beyoğlu’nda oturdukları evlerinde kira ödeyemediği için yaka paça atılan yaşlı kadın ve torunları…
Atanlar, hırpalayanlar bakmazlar kim olduklarına, soyuna sopuna aldırmazlar.
O kadın ki Mehmet Akif’in kızıdır.
"Kimdir bu atılan evinden sokağa, biçare ve mağdur?" diye sordu bir ecnebi.
"O kız, İstiklal Marşı şairi Mehmet AKİF’İN kızıdır." diyemedi vicdanım.
2007’de bir gazete yazmıştı: “Akif’in İstiklal Marşı’nı duvarına kazıyarak yazdığı Ankara’daki evi bakımsızlıktan dökülüyor.” diye.
Şimdi gözlerimden dökülen nisan yağmuru değil de nedir damla damla.
Yüreğimden akıp gelen isyan, nefret ve serzeniştir delice.
"Nedir bu evin önemi?" dedi bir çocuk.
"Bir milletin tarihinin çakıyla duvara silinmecesine kazıldığı yerdir." diyemedi izanım.
Bütün bunlar 1921’den beri İstiklal Marşı’nı okurken cereyan etti ülkemde.
“Çöz de artık ömrümün kördüğüm olmuş bağını Bana çok görme İlahi, bir avuç toprağını…”