Eskiden ne de mahcuptuk.
Tül perdeler vardı evlerde sevgili bile sokaklarında geçtiğimizde o tül perdelerin ardında bakardı bize.
Bir mektup yazardık ve o mektup yeterdi bize aylarca.
Bir merhaba diyecek kadar yakınlaşmışsak o merhaba bizim duamız olurdu sonraki günlerde.
Siz bir mendile sarılıp yatan, bir merhabaya özlem sığdıran nesli görmediniz.
Bayramlarda aldığımız üst başlarımızı yastığımızın kenarına koyup uyurduk.
Bayram sabahı da o heyecanla uyanır ve giyerdik yeni giysilerimizi.
Tereyağını sürerdik sac ekmeğimizin üstüne toz şeker de katıp öyle yerdik.
Hamburgerlerimiz yoktu o zamanlar.
Kimse kimseye üstünlük taslamazdı ve kimse sırtını bir yere yaslamazdı.
Neysek oyduk.
Milletin gözüne soka soka anlatmazdık aldığımız, giydiğimiz, sevdiğimiz, sahip olduğumuz, yediğimiz ve içtiğimiz şeyleri.
Bizlere bir nevi olumlu manada el freni olan sözlerimiz vardı.
Bizi bizden alıp götürmeyen tam aksine bizim bizde kalmamızı, haddimizi bilmemizi, tefahüre kapılmamızı, kibre yönelmemizi sağlayan…
Bir nevi uyarı sübabı olan deyimlerimiz…
Ayaklarımızın yere sağlam basmasını sağlayan, oturduğumuz koltuğun geçici olduğunu, zenginliğimizin kocaman bir hiç olduğunu anımsatan… “Makam sahibiyim, gör ey millet!” diye oturduğu koltuğu ön plana çıkartmayan ve makamıyla alakalı bir ifade söz konusu olduğunda “Ayıptır söylemesi, bu geçici makamın bugünkü fani sahibiyim.” diye ar eden, bunu söylerken dahi kızaran…
Bir yanda eften püften bir makam aracına bineceği vakit kapısının açılmasını bekleyen ve bu durumun küçücük bir ilçede ve makamda şık olmadığını ifade ettiğimizde “Bunu bana çok mu görüyorsunuz?” diye bize tavır koyan zat, bir yanda da “Ayıptır söylemesi ama asla makam arabamın kapısını kimseye açtırmam, Allah’a çok şükür kapıyı açacak güce, akla ve izana sahibim.” diyen zatı muhterem.
Postanede sıra bekliyordum elimdeki kitabı göndermek için bir dosta.
Uzadıkça uzadı kuyruk.
Bir dilenci geldi gencecik.
Üstü başı kirli ama dili de yalvarışlı…
Kuyruktaki asilzadelerden(!) biri cebinden50 tl çıkartıp verdi üstü başı kirli dilenci gence, o da parayı alır almaz orada şınav pozisyonu alıp şınav çekmeye başladı.
Tepkimi gösterdim hemen “Değmez 50 tl için eğilmeye. Kalk ayağa ayıptır, günahtır.”
Parayı veren zatı muhterem de anlatıyormuş kendisini.
“Şu kadar param var, villam var, bilmem daha neyim var.” diye.
Oysa “ayıptır söylemesi” diye bir deyimimiz var.
Kendimizle alakalı övücü bir durum söz konusu olduğunda “ayıptır söylemesi” diye girerdik söze.
Ne oldu bugün bize?
Tanıyan var mı kendisini?
Dünkü benle bugünkü ben aynı kişi mi? Güzel bir lokantaya gitmişsek utana sıkıla söylerdik “Bugün şu lokantaya gittik ayıptır söylemesi.”
Şimdiyse milletin gözünün içine soka soka paylaşıyoruz gittiğimiz yerleri.
Muhteşem bir yemeği tatmışsak, içmişsek bir lezzeti hemen paylaşıyoruz sosyal medyada.
“Ayıpır söylemesi falan yerde güzel bir yemek yedik.” diye anlatırdık eskiden.
Nasıl bu kadar gösteriş budalası olduk?
Yaptığımız her şey anında paylaşımda; gittiğimiz her yer, aldığımız, tattığımız…
Mahreminin fotoğraflarını paylaşıyor karelerce, marifetmiş gibi hem de.
Sosyal medyanın insanı ticarileştiren, magazinleştiren ve özellikle de kadını sömüren bünyesini düşünmeden.
Eskiden ayıptır söylemesi fotoğrafını değil yüzünü dahi göstermekten imtina ederdi insanlar eşlerinin.
Cinayetlerin, şiddetlerin atbaşı gittiği bir ülke olduk.
Tiktok toplumu olduk çıktık bir anda.
Şık bir elbise almışsak, klas bir ayakkabı giymişsek, spor marka bir takım çekmişsek üstümüze haya ederek dile getirirdik eskiden “ayıptır söylemesi” diye de başlardık.
Bugün öyle mi?
O elbise en şuh haliyle arzı endam eder karşımızda, o ayakkabının burnu gözümüze girer, o spor takımı beynimize kazılır markasıyla.
Son model arabamız varsa yine ar ederek derdik: “Ayıptır söylemesi, alın teriyle aldık.”
Bunu söylerken bile utanırdık.
Oysa bugün öyle mi çift egzoz takıtırıp havalı bir klaksonla son model ekolayzırlı ses cihazıyla donatıp hava basarız sokaklarda herkese.
Allah daha fazlasını versin herkese ama bunu verirken birazcık da haddini bilmeyi de nasip etsin.
Ne oldu bize?
Gösteriş budalası olduk çıktık hepten.
Ne kadar zengin gösterirsek kendimizi, ne kadar şık ve pahalı, ne kadar lüks takılırsak ve mevki sahibi o kadar kıymetdar olduğumuzu düşünüyoruz.
Kalbimizin fukaralığı, aklımızın kıtlığı, görgümüzün yokluğu, ahlakımızın eksikliği hiç de sorun değil.
“Ayıptır söylemesi” bakkaldan aldığı sebze ve meyveleri alamayacak durumda olanlar görmesin diye siyah poşetle taşıyan zarif insanları özlüyorum.
Yardım edeceği evlere gece yarısı gidip yardım paketlerini o evin kapısına bırakan…
“Ayıptır söylemesi” diye cümleye başlayan ve içindeki mahcubiyeti bir şekilde ifade ederek adeta özür dileye dileye anlatmak zorunda kaldığı şeyi ifade eden insanları özlüyorum.