Fark ettiniz mi bilmiyorum ama hayatı o kadar hızlı yaşamaya başladık ki….
Belki de buna zorlanıyoruz farkında olmadan. Bazı durumlarda zamandan tasarruf için yapılabilir ki hepimiz de yapıyoruzdur ancak genel anlamda hayatımızın her alanına sirayet etmeye başladı. Bu da bir defa gelip geçeceğimiz şu hayattan tat almamamıza neden oluyor. Videoları hızlandırılmış modda izliyoruz, şarkıları hızlandırılmış şekilde dinliyoruz ya da bir kısmını dinledikten sonra hemen başka şarkıya geçiyoruz, hızlı okuma tekniklerini kullanarak kitapları daha hızlı bir şekilde okumaya çalışıyoruz. Bunların yanında duyguları da aşkları da sevinçleri de çok çabuk tüketiyoruz. Hepsinin sonunda dönüp baktığımızda aslında “hız” sözcüğünün albenisine kapılarak zamanı dolu dolu yaşayalım derken onu nasıl da boş bir şekilde tükettiğimizi anlamıyoruz. Bazen bu hızdan yorulup da bir yerlerde dinlendiğimiz vakit geriye dönüp baktığımızda tükenenin sadece kendimizin olduğunu fark ederiz.
İnsanlar dostlarıyla, sevdikleriyle birlikteyken zamanın ağır ağır akmasını isterler bazı anlarda zamanın durmadımı dahi istetler doğal olarak ve bence kitaplar da en yakın dostlarımızdan biri olduğuna göre neden onu hızlı okuma teknikleriyle biran önce bitirmek derdindeyiz? Bir bardak çayımızı ya da kahvemizi alıp kitabın yazarıyla karşılıklı sohbet etmek varken sayfalar arasında, bu acele niye?Okurken bir romanın herhangi bir bölümünü, hayal dünyamızda yalnız başımızayızdır. Orada her şey bizim kontrolümüzdedir. Kimse müdahale etmezken hayal dünyamıza neden hızlı adımlarla yürüyoruz? Yazarın uzun uğraşlar sonucu ortaya koyduğu eseri, onun yürüdüğü hızda olmasa da ağır adımlara geçmek daha güzel olmaz mı? Bir şiirin dizeleri gelip otururken dilimizin ucuna neden hemen yutmaya çalışırız, yavaş yavaş tadını vara vara okusak ya!
Aslında yapmamız gereken şudur bana göre, hayatı hızlıca yaşayacağımıza onun her an’ının tadını çıkarmalıyız. “Ne kadar” sorusunun değil, “nasıl” sorunun peşinden gitmeliyiz? Şu da var elbet, hayatın kendisi bir mücadeledir ve bunun içinde var olmaya çalışıyoruz hepimiz fakat kendimize ayırdığımız zamanı en azından kendi irademizle istediğimiz gibi ve o anın tadına vararak geçirelim.
Yürüdüğümüz bu ömür denilen yolda bazı duraklarda araçtan inip başımızı göğe kaldırıp şöyle bir izleyebilsek doğayı!
Bir gün batımı mesela…
Gün kaybolurken dağların ardından, gökyüzü maviden kızıla bürünürken doğanın güzelliğine hayran kalırız. Duygularımızı sadece güzellikler sarıp sarmalar.
Geceleyin yıldızlardan örülü gökyüzü…
Başımızı kaldırıp baktığımızda her biri inci tanesi gibi parıldar ve hiçbiri diğerine benzemez. Sonsuzluğun içinde asılı durur, hepsinde bir dileğimiz saklıdır.
Yağmur mesela…
Bulutlardan düşerken o ılık yağmur damlaları, avuçlarımızın arasından süzülüp toprakla kucaklaşınca ruhumuza işleyen o cennet kokusu.
Tüm bunları yaşamak varken usulca, bu acele niye?
Yeri gelince koşacağız, yeri gelince yürüyeceğiz, yeri gelince oturup dinleneceğiz ama her şey yeri geldiği zaman olmalı. Biz ne kadar acele edersek edelim her şey kendi vaktinde meydana gelir.
Kızılderililere ait bir söz belki de anlatmak istediklerimi tek başına ifade ediyor,
“O kadar hızlı gidiyoruz ki ruhlarımız arkada kalıyor.”
O yüzdenden biraz olsun yavaşla!…
BİRAZ OLSUN YAVAŞLA!!!
Paylaş