Bugün Senai Demirci’nin şöyle bir sözüne denk geldim:
“Herkes gibi yaşarsın, hiç kimse gibi ölürsün.”
Bence üzerine uzunca düşünelecek bir söz bu. Kimsenin yaşarken kendisi olamamasını o kadar güzel ifade etmiş ki...
Başkalarının dudaklarından dökülen cümlelere bağlı olarak yaşamaya mahkum edilmiş insanlar ve maalesef kimse bunun farkında değil, tam aksine yaptığı birçok eylemin kendi hür iradesine bağlı olduğunu düşünmesi ayrı bir ironidir.
Bozkırlarda bedeninden çok ruhunu özgür bırakırdı insanlar. Daha sonra sırf herkes orada yaşamaya başladı diye kendi topraklarından kopup yabancısı olduğu ve hiç bilmediği, betondan yığma kentlerde yaşamaya başladı. Ovalarda, dağda, bayırda dolaşan, bir kuşun kanadına konan, gökyüzünün bütün maviliğini içinde taşıyan o ruhunu dört duvar arasına sıkıştırdı. Oradan da daha küçük olan bedeninin bir köşesine çekildi hatta. İçindeki mavilikler önce grileşti daha sonra kopkoyu bir karanlığa büründü.
Kendi renklerini bırakıp başkalarının renklerine büründü. Herkes gibi olmaya ve düşünmeye başladı. İstediğini değil, kendisine dayatılanı yaşamaya başladı. Saatlerce çalışıp bedeninden çok ruhunu yorgun argın taşıyordu kendisiyle beraber. Kendi dünyasına çekildiğinde huzuru bulacağını bildiği halde, başkalarının zevklerine uymaya çalıştı, üzerinde eğreti bir şekilde durmasına rağmen.
Üzerindeki kıyafetlerden çok zihnindeki düşüncelerde bile başkasının ayak izleri vardır. Kendisine ait bir dünya başkalarına ait fikirler...
Herkes gibi yaşamaya başladı ancak şunu unutmuştu, gökkuşağını güzelleştiren ve anlamlı kılan, farklı farklı renklerin biraraya gelmesidir. Hepsi aynı renkten oluşsaydı bu kadar göz alıcı olabilir miydi?
Etrafınıza baktığımızda bu renklerin solup gittiğini görebilirsiniz. Bırakın giyimi kuşamı takınılan ifadeler, atılan kahkahalar bile neredeyse aynı. Hep bir başkası olma derdinde insanlar.
Aslında her şey insanın kendisinde başlar,
Kendisini sevmeyen bir başkasını sevemez, kendisine inanmayan bir başkasına inanamaz ve güvenemez...
Yani hayat aslında kişinin kendisinde başlar ve anlam kazanmaya başlar. Merkeze kendisini alıp etrafını ona göre şekillendirmesi gerekirken “herkes”i yaşamının merkezine alıp “hiç kimse” olarak orada var olmaya çalışır.
Ömür denilen bu yolda birilerinin izlerini takip ederek yürümek hiçbir şekilde özgün bir şey ortaya koymamızı sağlamaz. Dönüp baktığımız zaman adı asırlar öncesinden gelip asırlar sonrasında da anılmaya devam edecek olanlar mutlaka kendisinden bir ses bırakmıştır tarihin o sayfalarına. Bugün Yunus Emre, Mevlana, Neşet Ertaş gibi isimlerin hafızalara kazınmasının en büyük nedeni yolculuğa kendi içlerinde başlayıp “herkes”ten farklı düşünmeyi başarmalarıdır. Kimi sazıyla, kimi sözüyle, kimi ilmiyle...
Onların eserlerini okuyan ya da dinleyen her yürek kendinden bir şey bulmuştur. Belki herkesin kalbinden geçenleri kelimelere dökmüştürler ancak bunları kendilerine has bir şekilde anlattıkları için onlar ölmeden ölümsüzleşmiştir.
Herkes gibi yaşamak değildir marifet, asıl marifet kimseye benzemeden kendin olabilmektir. Herkes içinde hiç kimse olabilmektir. Bu da tam tersine kendini soyutlamak ya da vasıfsız, yeteneksiz olmak değildir; tam tersine kendi özüne dönüp herkesten farklı olmaktır. Bunu başarabilmek ise göründüğü gibi kolay değildir.
Herkes gibi olmaktan kaçıp kendi olmaya yoluna girmek...