Silifkeli bir ailenin on bir çocuğunun en küçüğüydü.
Babası esnaflıkla uğraşarak ailesinin geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Babası için şöyle demişti bir sohbette;
“Babam, şair ruhlu biriydi ama iyi bir esnaf değildi.”
Zaten böyle bir ruhu taşıyanlar, maddiyatı değil maneviyatı taşırlar yüreklerinin en hassas bölgesinde.
On yaşındayken annesini elinden alıvermişti bu hayat.
Pek oyuncağı olmasa da evin en küçüğü olarak herkes tarafından sevilirdi.
Şımarmaya ve şımartılmaya pek zamanı yoktu.
Şöyle anlatıyordu aynı sohbetin devamında;
“Annem öldü ama ben henüz ölümün ne demek olduğunu bilmiyorum.
Annemin bir yere gittiğini ve oradan geri döneceğini düşünüyordum.
Üç gün geçti, dört gün geçti...
Baktım ki günler geçiyor ama annem hâlâ gelmedi.
Sonra evden koşarak çıktım ve annemin mezarına gidip toprağa sarılarak ağladım.
Annem toprağın altında ve ben o toprağa bakıyorum ağlayarak.
O zaman anladım ölümün ne demek olduğunu.
Gidenin bir daha geri dönemeyeceğini...
Sonraki günlerde evdeyken babama bakardım sürekli dalgın dalgın ve içimden şöyle derdim;
‘Babam ölmesin Allah’ım...’
Sonra bir gün bir şey oldu ve babam bana biraz kızdı doğal olarak ve ben o çocuk aklımla şöyle düşündüm;
‘Annen yok, kimsen yok!’
Buna karar verdiğimi ise ancak büyüdükçe anladım...
Annen yok , kimsen yok...
Hayatınız boyunca kimseniz yoksa eğer hep başkalarını mutlu etmek için uğraşırsınız.
...Annen yok, kimsen yok...”
O bu cümleleri kurarken yakasına takılı olan mikrofondan duyuluyordu konuşmaya devam etmek için boğazına düğümlenen cümleleri yutkunmanın sesi.
Yaşınız kaç olursa olsun anne kelimesini her söyleyişinizde veya her duyuşunuzda yine bir çocuk olursunuz.
Öyle savunmasız ve öyle masum...
Doğduğu yerde ortaokulu bitirdikten sonra subay olan abilerinin yanında Ankara ve Kırklarelin’de okudu ve Kırklareli Lisesinden mezun oldu.
Liseden sonra ise öğretmeninin de etkisiyle İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünden mezun oldu.
ABD’de doktorasını yaparken Emily adındaki bir doktora öğrencisiyle evlendi ve bu evlilikten üç çocuğu dünyaya geldi.
Daha sonra eşinden ayrılıp ikinci evliliğini Yıldız Cüceloğlu ile yaptı.
Uzun yıllar yurtdışında eğitim verdikten sonra emekliliğini isteyerek vatanına döndü.
Türkiye’ye dönünce kitaplarını yazmaya devam etti. Kendi alanının önde gelen isimlerden olan Cüceloğlu, çelitli şirketlerde ve okullarda seminerler verdi.
Ömrünün sonun kadar da öğrencilere hayat karşısında nasıl dik durabileceğini ve bu uğurda neler yapmaları gerektiğini anlatıp durdu.
Ölümün ne olduğunu küçük yaşta kavrayan yazar, akademisyen, psikiyatri uzamanı Doğan Cüceloğlu; bugün o “ölüm” ile kucaklaşıp bu diyarları terk eyledi.
Aslında son nefesimizi ne zaman vereceğimizi, son lokmamızı ne zaman yutacağımızı, son sözümüzü ne zaman söyleyeceğimizi, son şarkımızı ne zaman dinleyeceğimizi, son kitabımızı ne zaman okuyavağımızı hiçbir zaman bilemeyeceğimiz bir hayat yaşıyoruz.
O da bunları bilmeden yaşıyordu.
Her ne kadar küçük yaşta ölümün ne demek olduğunu anlamış olsa da ölümün ne zaman geleceği hakkında bşr fikri yoktu.
Bildiği tek şey aslında ölümün insana bir nefes kadar yakın olduğuydu.
Sosyal medyada paylaşım yaptıktan iki saat sonra gözlerini yumdu bu dünyaya ve bir daha açamamacasına...
Çocukken “Annen yoksa, kimsen yok.” diye zihnin bir köşesinde asılı duran bu öksüzlük sonunda bitmişti.
O da artık annesine kavuşmuştu.
Seksen üç yılın yetmiş üç yılını onsuz geçirdiği bu hayatı noktalamıştı.
Artık ökszülüğü sona ermiş ve annesinin dizinin altında o, on yaşındaki Doğan olmuştu.
Kimsesizliği de son bulmuştu...
Birçok genç onun önerileri ışığında hayallerinin peşinde koşmuş ve aydınlığa ulaşmıştı.
Eğitime ve insana son derece değer verirdi.
Uzmanlık alanı iletişim olan Cüceloğlu, insanlarla ve özellikle gençlerle son derce harika bir iletişim kurardı.
“Mükemmel değil,iyi insanlar yetiştirin.” derdi her zaman ve ardında iyi insanlar bırakıp gitti...
Aslında bu hayatta hep çocuktu ve hep on yaşındaydı...
Rabbim mekanını cennet eylesin!!!