Alnındaki çizgiler yaşadığı onca hüznün yıllara tekabül eden birer çentiğiydi adeta.
Dudağındaki yarı tebessüm tamamlanmamış bir sevdanın emaneten bıraktığı bir nişaneydi.
Gözlerindeki hüzün ise yüreğinin tapu senediydi.
İşte bu hüzün kılıklı, yalnızlık kokulu ve sessizlik dolu adam gömleğini yırtmış, göğsünü yumrukluyordu sert bir şekilde.
İçi sevda doluydu.
Mahallenin ortasındaydı ama kabadayı değildi.
Aşkını ilan ediyordu ama cahil cühela değildi.
Kimse onun sevdasının büyüklüğüne bir laf söyleyemezdi.
İçi aşk kokuyordu buram buram ve de hasret…
- Allah’ım sen onu affet! diyordu herkes.
O ise zatı şahsına münhasır bir şekilde kalbini diline yolluyor ve herkesi mest eden terennümüyle adam gibi konuşuyordu.
- Derdin ifşası hoş görülmez de derdin inşası hoş görülür. diyordu. Sonra göğü ciğerlerine doldurup:
- Ey sevgili! diyordu “yeri göğü yaratan rabbin adına söyle!” bu öylesine tesirli bir münacaattı ki onu dinleyenlerin hepsi kalp diliyle onu destekliyordu. Yalnız insanlar değil cümle mevcudat onun bu aşk haline şahit oluyor ve bu ilerleyişte onun geçirmiş olduğu evreleri herkes kendi havsalasına göre tayin ediyordu. “ Sevmedim mi seni hiç? “ diyordu.
“Göğüne ay değil miyim?
Kapına kul…
Cebine pul…
Allah için söyle!
Canına can olmadım mı?
Damarına kan…
Kalbine iman…”
O ise kurşun yemiş ceylan gibi kıvrılıp durmuştu.
Bir çiçeğe uzanan hoyrat eldi adam.
Suda taş sektirirken oluşan en büyük halkaydı adam.
Ve kadın…
En güzel yaratılmış olan…
Yaratılmışların en güzeli…
Adamın başının içindeki sabit fikir, kalbindeki sarsılmaz inanç…
- Efendim! dedi kalp kalbe geldiği adama. Etraf sıcaktan çekilmiyordu, eriyen asfaltın yüze yansıyan sıcaklığı daha da bunaltıyordu oradaki herkesi. Ama aşkından kafayı yemiş bir adamla o adama kafa yedirten kadının bir düellodaymış gibi karşı karşıya gelmesi ve söz kılıçlarını çekmesi herkesin dikkatini ve ilgisini çekmişti.
- Sen bana hep geç kalıyorsun ve bunun farkında bile değilsin. dedi adam.
- Anlayamadım. dedi kadın “Nasıl?”
- Sana susamışken bir damla su olmayı unutuyorsun. Acıkmışken bir parça ekmek olmayı… Islanmak isterken temmuz güneşinde bana bir damla yağmur olmayı unutuyorsun. Sana tohumken toprak olmayı, çiçekken meyve olmayı unutuyorsun. Hep sonradan geliyorsun. Bahar yerine yazın, yaz yerine güzün…
- Sana gecikmişliğimin ardında art niyet yok ama. İşim çıkmıştır belki. Hatrıma gelmemişsindir o an.
- Mesele bu ya, sen benim tek meşgalemsin, uğraştığım tek şey, meşgul olduğum… Ve hatrımdan hiç çıkmayanımsın.
Kadın afalladı bunları duyunca.
Tutunmak istedi bir yerlere.
Adam, öylesine kalbi konuşuyordu ki…
O kadar yapmacıksızdı ki.
- Ama ben seninle ilgili kötü düşünmüyorum ki. Önceliklerimin arasında olmayabilirsin ama hiç de önemsiz değilsin. dedi kadın son bir çırpınışla. Adam bir okyanustu ve kadın o okyanusa düşmüştü yüzmeye çalışıyordu ama nafileydi.
- Sen işine bak sevgili. Ben de kendi işime bakayım. Herkesin meşguliyeti yüreği kadardır. Benim yüreğimin tamamını işgal eden sensin ve senin dışında bir şeyle uğraşmam da mantıklı değil. Senin yüreğini her ne işgal ediyorsa senin de onunla meşgul olman kadar mantıklı bir şey yoktur. Sen bana hep geç kalıyorsun ya aslında bir suçlama değildi. Bu kaderin ta kendisi… Bunu değiştirmemiz imkânsız ama işte gördüğün gibi bazen gönlümüzün de feryadı oluyor böyle. Sen beni dinleme… Kafana takma söylediklerimi. İçinden geldiği gibi yaşamana devam et. Ben sana huzursuzluk değil mutluluk olmalıyım.
Adam bunları söyledikten sonra karşısında bir duvar gibi donup kalan kadının bir şey söylemesine fırsat vermeden yürümeye başladı. Dudaklarında bir eski zaman şarkısı gibi “Sen bana hep geç kaldın sevgili, şimdi olduğu gibi” vardı. Kadın olduğu yere çökmüş hüngür hüngür ağlıyordu geç kalmışlığına, vaz geçmişliğine, ah etmişliğine…