Duvarları harap olan evlerden oluşan bir sokak gördüm. Duvarları yıkık, sokakları yapayalnız, gölgeler bile yarım yamalak… Evler ve sokaklar terk edildiği vakit kendilerini zamanın acımasızlığı içinde bulup aheste aheste eriyip gider. Önce boyaları solmaya başlar, gök mavisinden griye çalınır hepsinin rengi, sonra sıvaları dökülür onları terk edenlerin peşi sıra. Sokaklar, sırtlarına geçmişi yüklenip gidenlerin adımlarının yankılarını bir süre üzerinde taşır. Zaman o sesleri de süpürüp alır sokakların tozuyla beraber. Yalnızlığın içinde kalan duvarların ve sokakların elinde sadece gölgeler kalır fakat gölgelerin koyuluğu onlarla beraber silikleşmeye başlar, sonra ansızın gecenin karanlığına karışıp kaybolur.
Ancak bu gördüğüm sokak…
Duvarları yerle yeksan olmasına rağmen onun yorgun gölgesinde dinlenen insanlar vardı gencinden yaşlısına kadar. Üzerinde hâlâ umutla oyun oynayan çocuklar vardı, çocuklar artık bedenen olmasa da onların gülüşleri sinmişti yıkık duvarların üzerine, kaldırım taşlarına ve sokağın her bir yerine. Derken köşeyi dönünce biri çıktı karşıma; yıkıntıların arasından çıkardığı bir sandalyenin üzerinde oturmuş, sağ bacağını sol dizinin üstüne atmıştı. Saçı ve sakalı beyazlıklarla çoktan tanışmıştı. Yüzünde yılların hediyesi olan çizgiler vardı, kim bilir nelerden geriye kalmıştı o çizgiler?.. Üzerinde mavinin ve lacivertin koyusunu taşıyan gömlek ve pantolon vardı. Ayağında hırpani bir çorap ve terlik…Önündeki iki küçük sehpanın üzerinde rengarenk meyve sularıyla doldurulmuş bardaklar vardı alıcısını bekleyen. Başının hemen üstünde pembe ve lila renkli süslemeler asılıydı yıkık duvarların en tepesinden bir diğerine doğru. Yüzünde ve duruşundaki yorgunluk kendini en ağır şekilde hissetiriyordu. Gözleri ise şahit oldukları acılar karşısındaki hüznü kelimelere döküyordu. Her şey bu kadar yıkık ve dökük olmasına rağmen yüreğinin en derininde taşıdığı ve hiçbir zaman kaybolmayan umudu onun ayakta tutuyordu. Umut da öyle kendi başına var olmamıştı o yorgun ve kırgın kalbin içinde. En büyük gücü imanı ve inancıydı…
Öyle bir iman ve inançla örülü bir yüreğe sahipti ki içine yerleşmeye çalışan korkuyu ve ümitsizliği yok ediyordu. Dilinden dökülen dualarını avuçlarında toplayıp, umutla sarmalayıp yürekten bir “amin” ile göklerin sahibine gönderiyordu.
Karşılaştığım sokak, bir film sahnesi olsaydı eğer onu gören herkesi hüzünlendirip gözlerini nemlendirirdi fakat bu yaşamın tam içinden bir sahneydi ve her şeyiyle gerçekti. Asıl ironi de bu ya, film sahnesini gerçek sanıp üzülürken gerçekliği bir film sahnesi sanıp görmezden gelmek!..
Bizler duvarları ayakta duran evlerimizde hiçbir şeyden mıtlu olamazken ve en ufak bir sıkıntıda umutsuzluğa kapılıp kendi topraklarımızı terk etmek isterken onlar yaşadıkları bu kadar zulme rağmen var oldukları toprakları terk etmeyi düşünmüyorlar. Ya orada var olacaklar ya da orasıyla beraber yok olup gidecekler bu yalan dünyadan.
Ben bu sokağın adının ne olduğunu bilmiyorum fakat ona “ŞÜKÜR SOKAĞI” demek istedim nedense. Bu sokağa bakıp sahip olduklarımıza şükretmek gerektiğine inanıyorum . Sevdiklerimizin hâlâ yanımızda olduklarına, ellerimi tutup saçlarını okşayabildiğimize ve onlarla beraber aynı sofraya oturduğumuz için şükretmeliyiz. O viran sokakta yaşamaya çalışan insanların sahip olamadıkları şeylere hâlâ sahip olduğumuz için binlerce kez şükredelim ancak şunun içinde kendi içimize dönüp mutlaka şunu soralım:
“Onların sahip oldukları ama bizlerin pek de tadını bilmediğimiz o imana ve inanca neden sahip değiliz?”
ŞÜKÜR SOKAĞI!!!
Paylaş